Prof. Dr. Orhan Kavuncu ile Türk Dünyası'na, Türkiye'ye ve Türk Milliyetçiliğine Dair

Türk Yurdu Haber Genel Yayın Sorumlusu Emre KARTAL'ın, Prof. Dr. Orhan Kavuncu ile Türk Dünyası'na, Türkiye'ye ve Türk Milliyetçiliği konulu, tarihi önem taşıyan ropörtajında Prof. Dr. Orhan Kavuncu önemli tespit ve açıklamalarıyla yarına ışık tuturken vizyon paylaşıyor...

PAYLAŞ
Harput Sancak Haber - Harput Sancak Haber

Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Prof. Dr. Orhan Kavuncu ile Türk Dünyası ağırlıklı bir röportaj gerçekleştirdik. Röportaj'da ayrıca Türk milliyetçilerinin meselelerinden, güncel siyasete, dış politikadan, abide şahsiyetlere kadar pek çok konuya değindik.

Saygıdeğer hocamız, Türk Dünyası’ndan milletimizi haberdar etmek için yola çıkmış olan haber sitemize ilk günden beridir desteklerinizi esirgemediğiniz için öncelikle teşekkür ederiz. Sitemizde yaptığımız röportajlar serisinde sizin gibi bir Türk Dünyası sevdalısının görüşlerini aktarıyor olmaktan dolayı sevinçliyiz.

1- Akademi, siyaset, sivil toplum ve gönül seferberlikleriyle geçen bir ömrünüz var. Öncelikle bu hizmetle geçen ömrünüzden başlamak isteriz. Ömrünüzün erken dönemlerine gidersek, Türk Dünyası sevdanızın ve milli düşüncelerinizin kaynakları olarak neleri görüyorsunuz? 

“MİLLİYETÇİ DÜŞÜNCEYİ BANA ENVER ALTAYLI KABUL ETTİRDİ”

 Ben Türkistan’dan göç etmiş bir ailenin çocuğuyum. Dolayısıyla Türkistan’la ilgili sohbetler dinleyerek büyüdüm. Dedem rahmetli, biz torunlarının gürültüsünden rahatsız olduğu zaman “köpkepirmeng (çok konuşmayın), “innemesten Turing (sessiz olun)” sözlerini sıkça söylerdi. Nenemin “nime kıliyapsiz? (ne yapıyorsunuz)” veya “kandaysız? (Nasılsınız?)” soruları hala kulağımdadır. Fakat bu ortamda oluşan Türkistan sevgisi, henüz Türklük şuuruna dayanmıyordu. Bu şuur lise yıllarında, net olarak lise 2’den 3’e geçtiğim yaz, 1965 yazı, edindiğim temel bilgiler üzerine gelişti. Lise 2’de Mili Güvenlik hocamız garnizondan gelen bir binbaşıydı. Onun fikirlerinin etkisinde “Türkiye’yi kurtaracak sacayağı Çetin Altan, İlhan Selçuk, Aziz Nesin’dir” diye düşünmeye de başlamıştım. Allah’tan o yaz halamın yanına Ceyhan’a gitmiştim. Orada halamın oğlu Enver abi (Enver Altaylı), bana milliyetçi düşünceyi, Türkistan’da Bolşeviklerin yaptığı zulmü, Marksist ideolojinin dayandığı fikirlerin ve Sovyet uygulamalarının insan tabiatına ters olduğunu kabul ettirdi. O tarihten itibaren Turancı, dindar, Türk Dünyası sevdasına kapılmış bir adam oldum. Nice sevdalar gördüm, küllenip sönen. Ama çok şükür benim sevdam her gün yeniden başlıyor, tazeleniyor. Bunda 1966 yılında Ankara’ya geldiğim zaman yine Enver abim vasıtasıyla tanıştığım Üniversiteliler Kültür Derneği’ndeki abilerimin ciddi payı vardır. Aslında isim isim bahsetmek gerekir:Acar Okan, Nuri Gürgür, merhum Nevzat Kösoğlu, Şerafettin Yılmaz, merhum Galip Erdem, merhum Ayvaz Gökdemir, merhum Vecihi Öğütçüoğlu, Cezmi Bayram, Orhan Arslan, Mehmet Akdaş, Rasih Demirci, Celal Er. ÜKD ortamı bir mektepti. Oradaki seminerler, kitap okuma programları, Ocak dergisi etrafındaki çalışmalar gerçekten her birimize az ya da çok bir şeyler katmıştır.

 

 2- Gençlik yıllarınıza gidersek, 12 Eylül öncesi Türk milliyetçilerinin Türk Dünyası’na bakışı ve o günlerde Türk Dünyası hakkında yapılan çalışmaları nasıl değerlendirirsiniz? 

“ESİR TÜRKLER HAFTAMIZ VARDI AMA TÜRK DÜNYASI’NI TANIMA İHTİYACI DUYMUYORDUK”

Yetişmemiz esnasında ister istemez güncel olayların etkisindeydik. Hem bizim merakımız, hem de abilerin tahlilleri o günlerin ideolojik sağ-sol çatışması etrafında şekilleniyordu. Biz milliyetçi-mukaddesatçı idik. Üniversite gençliği olarak MTTB’nde faaliyet gösteriyorduk. Merhum Alparslan Türkeş sürgünden yeni dönmüş ve CKMP’nin başına geçmişti. Sol fikirlere karşı fikri bir savunma halindeydik. 1969 seçimlerinde, sonradan Milli Nizam Partisi’ni oluşturacak merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve arkadaşları bağımsız aday olunca, hatta biraz öncesinde milliyetçi-mukaddesatçı gençlik de MTTB bünyesinde milliyetçiler ve mukaddesatçılar diye iki küme olmaya başladı. Biz aramızda anlamsız bir “önce Türk müsün Müslüman mısın” tartışmalarına o zaman başladık. Türk Dünyası o zamanlar bizim için “Dış Türkler” idi, “Esir Türkler” idi. Temmuz ayının ikinci haftası, 14 Temmuz 1959 Kerkük katliamının yıldönümünü içine alan hafta, Esir Türkler haftamızdı. Ama Türk Dünyası’nı tanımak, coğrafyasını tarihini öğrenmek ihtiyacı duymuyorduk. Turancıydık, ama 1944 3 Mayıs yılgınlığından mıdır nedendir birçok büyüğümüz “milliyetçiyiz ama Turancı değiliz” deme ihtiyacı duyardı. Çünkü Turancılıkla ırkçılık karıştırılıyordu. Türkiye’nin günceliyle ilgili tartışma mevzuları arasında Türk Dünyası tali bir konu gibi duruyordu; Sovyet emperyalizminin, komünizmin kötülüğünü örnekleyebilmek için Dış Türkler kulaktan dolma anlatılırdı. Milliyetçiler arasında da Türk Dünyası konusu etrafında fikri ihtilâflar vardı; Anadoluculuk yapanlar ve Turancılar vardı, bunlar arasında da hemen her oranda sentezler yapmış arkadaşlar vardı

“BİZ ANADOLUCU DEĞİL TURANCIYDIK” 

Üniversiteliler Kültür Derneği’nde, CKMP’de Dış Türkler konusu daha çok gündemde olurdu. Yani biz Anadolucu olmaktan daha çok Turancıydık. Benim ilgim tabiiydi, yani kendiliğinden bir ilgiydi, çünkü ben de Dış Türklerdendim. Kerküklü arkadaşlarımız vardı, meselâ Necdet abi (Necdet Koçak), Doğu Türkistanlı Şekür abi (Şekür Turan) vardı. ÜKD’nin yayın organı Ocak dergisinde sağ olsun merhum Galip Erdem ağabey Türkiye dışındaki Türkleri bir yazı serisi yapmıştı. Her sayıda coğrafyamızın bir bölgesinde yaşayan soydaşlarımızı anlatırdı. Fakat eğitim programımızda Türk Dünyası öncelikli bir yer almazdı. Haftalık Devlet gazetesinde ve Töre dergisinde de durum ÜKD ve Ocak dergisinden daha farklı değildi. Türk Ocakları binası 1971’de elimizden alınmadan önce bir folklor ekibi vardı. Merhum Prof. Dr. Cihat Özönder, merhum Hasan Basri Öngel o folklor ekibindeydiler. Onlar Türk Dünyası folklorundan örnekler oynardı. 1970’ten sonra MHP Gençlik Kollarında ve Ülkü Ocaklarında da Esir Türkler Haftası kutlamaları olurdu.

3- Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla adeta “Kaf dağının ardındaki ülke” olan Türkistan’ın kapıları bizlere açıldı. Siz de defalarca o coğrafyaya gittiniz, çalışmalarda bulundunuz. Sizce SSCB’nin yıkılışıyla başlayan süreci Türkiye devlet olarak doğru değerlendirebildi mi? İlk günlerde atılan adımlar ve yapılan çalışmalar sizce yeterli miydi? Yoksa Türkiye bu konuda sınıfta mı kaldı?

“TÜRKİSTAN VE AZERBAYCAN’A 1990’DA GİTTİM”

Türkistan ve Azerbaycan’a ben ilk defa 1990 yılında gittim. Merhum Prof. Dr. Turan Yazgan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nı 1986’da kurmuştu. Türkistan’a ikinci geziyi 1990 Ağustos sonunda düzenlemişlerdi. Ben bu ikinci geziye katıldım. Ondan sonra da gezme maksadıyla, akrabalarımı bulmak için ve görevli olarak dediğiniz gibi birçok defalar gittim. Oralardaki kamuoyunun Türkiye ve Türk Dünyası bilgisi ve heyecanı bakımından görüntüsü ile Türkiye’ninki arasında çok fark yok. 1984 ve 1987’de İpekyolu belgesel dizileri TRT ekranlarına gelmişti. O zaman Türkiye’de birçok aydın hayretle “Aaa, Kırgızlar da bizim gibi bir, iki, üç, dört, ... diye Türkçe sayıyorlar.” Veya “yahu Orhan arkadaş, bu Azerilerin dili bizimkine çok benzer derdin de bizim Turancı Orhan’ın yaveleri der inanmazdık. Yahu arkadaş doğru söylüyormuşsun.

“AZERBAYCAN’DA TÜRK DÜNYASI HEYECANI DAHA FAZLAYDI” 

Milliyetçi camia dışında Türkiye vatandaşlarının ortalaması Türk Dünyası hakkında kulak dolma bile bilgi sahibi değildi. Azerbaycan’da Türkiye ve Türk Dünyası bilgisi ve heyecanı diğer yerlere göre daha fazlaydı.

“DEVLET OLARAK TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ MAHKUM ETTİK”

Devlet olarak 1931’de Türk Ocaklarını kapatarak, 1944’te Irkçılık, Turancılık suçlaması yaparak, 12 Eylül 1980’den sonra “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” davası açarak Türk Milliyetçiliği fikrini mahkûm ettik. 12 Eylül’de savcının iddianamesi “kökü Türk Ocaklarının 1912’de kuruluşuna kadar giden bu suç örgütü …” diye başlıyordu. Savcı bu iddianameyi Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki solcu öğretim üyeleriyle hazırlamıştı! Ama devlet bunları görevlendirerek niye milliyetçi düşünceyi mahkûm etmeye çalışıyordu? Hem de bir kere değil…

Milliyetçi düşünceye böyle bakan bir devletin Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ne yapması beklenirdi? Tamam, gücümüz belli şeyleri yapmaya yetmez, ilişkilerde fincancı katırlarını ürkütmemeye özen gösterelim de, bağımsızlığını ilân eden kardeşlerimizin bağımsızlığını tanırsak Rusya ne der Amerika ne der sorularını soracak kadar ihtiyatlı olmaya gerek var mıydı?

“GÜÇ VE ŞUUR EKSİĞİNE RAĞMEN BİR ŞEYLER YAPILDI”

Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığı tarihte bir milletin önüne nadiren çıkacak imkânlardan birisiydi. Biz bu imkânı gücümüz ve şuurumuz ölçüsünde değerlendirebilecektik. Gücümüz sınırlıydı, şuurumuz eksikti. Yapılanların bu eksiklere rağmen yapıldığını düşünürseniz yine de teselli bulursunuz. Sorunuza cevap olması bakımından “güç ve şuur eksikliğine rağmen bir şeyler yapıldı; o da Namık Kemal Zeybek, Acar Okan, Köksal Toptan, Ayvaz Gökdemir, Enver Altaylı gibi milliyetçi bazı resmi görevde olanlar veya gayri resmi gönüllüler sayesinde yapıldı.

4- Peki Türk milliyetçileri? Özlemle baktıkları Türkistan’a ve diğer Türk coğrafyalarına gereken ilgiyi gösterebildiler mi?

“TURAN YAZGAN’IN OKULLARI DIŞINDA BİR ŞEY YAPAMADIK”

Ülkücü sıfatından beklenen fedakârlığı ve gayreti gösterdiğimizi, kendimi hariç tutmadan söylüyorum, söyleyemem. Milliyetçilikle dava planında ilgisi olmayanlar Türk Dünyasında bizden daha gayretli, daha heyecanlı ve daha fedakâr faaliyet yaptılar. Biz merhum Turan Yazgan hocanın açtığı birkaç okuldan başka bir şey yapamadık. Sayıları iki elin parmağını geçmeyecek arkadaşımız halen oralarda bir şeyler yapmaya çalışıyor. Benim hemen hatırlayabildiğim isimler Almatı’da Ahmet Dağduran, Kenan Yavan. Tabii rızkını oralarda arayan iş adamları arasında çok değerli arkadaşlarımız var.

5- Biraz reel politiğe gelirsek. Bugün Türkistan coğrafyasını ve bağımsız Türk cumhuriyetlerinin siyasi konumlarını nasıl değerlendirirsiniz? Bu kardeş ülkeler sizce tarihten gelen Türk devlet anlayışını ve bağımsızlık ruhunu ne derece yaşatabiliyorlar? Rus egemenliğinden çıktıklarını söyleyebilir miyiz?

“BİZ NE KADAR TÜRK KALABİLDİK YA DA BATILI OLABİLDİKSE ONLAR DA BİZİM GİBİ”

 Biz ne kadar yaşatabiliyorsak onlar da o kadar. Kurumlar ister istemez başka ülkelerin kurumlarıyla etkileşim halinde. Biz NATO üyesi olmakla, Batı ile bütünleşme arzumuzla ne kadar Türk kalabildik ne kadar batılı olabildikse onlar da bizim gibi, belki bizden biraz daha fazla etki altında kaldılar, ama milli hafıza tam anlamıyla yok olmadı. Bugün kardeşlerimiz birer ulus devlet olma yolunda kendilerine milli kimlik inşa ediyorlar, milli tarihlerini yazıyorlar. Bunlar benzerliklerimizi azaltıp farklılıklarımızı artıracak yaklaşımlar olabileceği gibi, inşa sürecinde ortak yanlarımız bizi buluşturabilir. Tarihin dehlizlerinde karşılaşmamak zaten mümkün değil; çünkü köklerimiz ortak. Milli kimlik inşa sürecinde de ortaklıklarımız bizi buluşturacaktır.

“RUS GERİLEMESİ DAHA BAŞLANGIÇTA”

Reel politik dediniz de, Rusya’nın güdümünden henüz çıkabilmiş değiller. Ve bu biraz daha zaman alacak. Bizim 1529’daki Birinci Viyana Kuşatması’ndan 154 sene sonra ikinci Viyana Kuşatması’nı gerçekleştirdiğimiz dikkate alınırsa, 1990’larda su yüzüne çıkan Rus gerilemesinin daha başlangıçta olduğu anlaşılır. Onun için sabırlı olmamız lâzım. Nasıl ki bu 154 senenin son 30 yılında Köprülü dönemi gerilemeyi duraklattıysa, Putin de Rusya’nın gerilemesini duraklatan bir dönemin adı olacaktır. Ama zamanımız 16. asırdan daha hızlı bir zamandır. Onun için Rusların gerilemesi 154 seneden çok daha kısa sürecek diye ümit edebiliriz. Ama bu bir ölçüde bizim de gayretimize bağlıdır. Ne kadar çok çalışır ve ilerlersek, Rusya karşısında ne kadar çabuk caydırıcılığı yüksek bir güç haline gelirsek Rusya’nın gerilemesi de o kadar hızlı olacaktır.  

6- Sovyetlerin Türkistan coğrafyasında yaptığı asimilasyon ve zalimane uygulamalar, kültürel yozlaştırmalar bugün Türkistan coğrafyasında kalıcı etkiler bırakmıştır. Rus kültürel etkisi, Rus yaşam tarzı bu ülkelerde etkili olmuş. Sizce Türkistan bu durumu nasıl tersine çevirebilir? Burada Türkiye’nin batılı yaşamını da değerlendirebilirsiniz ve karşılaştırabilirsiniz?

KÜRESELLEŞME MİLLİ KÜLTÜRLERİ YOZLAŞTIRIYOR”

1994 yılında Kazakistan’daki görevimden Türkiye’ye bir iş için gelmiştim. Nuri abi (Nuri Gürgür) sormuştu: “Nasıl Orhancığım benzerliğimiz var mı? Kültürel yakınlaşmamız mümkün mü?” Ben de cevap vermiştim: “abi, ‘Americanizing people’ olma yolunda birbirimize yaklaşıyoruz. Amerikan kültürü bizim ortak kültürümüz olabilir.” Küreselleşmenin milli kültürler üzerindeki yozlaştırıcı etkisi o zaman çok net görünüyordu. Yokluk içinde yol kenarlarında kola, fanta gibi içecek markaları görülüyordu, arabaların pikapları için Michael Jackson ve Madonna disketleri satılıyordu. Dönüşüm, serbest piyasa ekonomisine dönüşüm olarak tanımlanıyor ama asıl dönüşüm kültürde oluyordu. Onlar da bizim gibi “Homo ekonomikus” olma yoluna girmişlerdi.

“TEK TİP SOVYET İNSANI OLUŞTURULMAK İSTENDİ" 

Esasen daha bağımsızlıktan önce Rusya’nın, literatüre “Homo sovyetikus” adıyla geçen tek tip insan oluşturma gayretleri oldu. Daha 20. Yüzyılın başlarında İlminsky’nin teklifleriyle dil ve alfabe birliğimizi yok edecek farklılaşmalar meydana getirildi. Öbür taraftan da herkesin Rusça eğitim görmesi sağlandı; Rus kültürüyle yoğrulmasına yönelik uygulamalar yapıldı. En muhafazakâr İslâm coğrafyalarında insanlar alkollü içki müptelâsı kılınmaya gayret edildi. Bütün bu gayretler bizim kültürümüz üzerinde elbette olumsuz etkilere yol açtı, ama direnç te bir şekilde, dozu artan bir şekilde devam etti. Bilhassa Stalin zamanında insanlar ağızdan ateist olduklarını söylemek zorunda kalıyorlar ama içten içe Allah’a inanıyorlardı. Bir hatıramı nakledeyim: 

İlk göreve gittiğim zamanlarda (1993 Aralık ayında) kıtlık ve yokluk hat safhadaydı. 20 gün su, gaz ve elektrik olmadığı için yıkanamamıştım. Bir gün Kazak bir mesai arkadaşım beni “cılı suya (cılı su yani ılık su, biz de kaplıca, ılıca dendiği gibi)” götürdü. Türkistan şehrine 50 km mesafede Teke köyünde “cılı suda” yıkandık. Dönüşte arkadaşım sordu: “siz taharetlendiniz (abdest aldınız) yıkanırken, önce bu namaz için taharet herhalde diye düşündüm ama daha fazla bir şeyler yaptınız, bütün vücudunuzu taharetlendirdiniz.” Ben de gusül abdesti aldığımı söyledim. Yaşı benden büyük, torun sahibi arkadaşım gusül abdestini bilmiyordu. Anlattım, çok memnun oldu ve “Oreke (isimlerin yanına bey, ağabey, ağa, eke gibi hitapları koyarız ya Kazaklar da bunları kısaltarak birleştirip söylerler; Orhan eke yerine kısaca Oreke), geçiresiz (affedersiniz)” dedi, “Biz ateist eğitimde dinsiz yetiştirildik. Müslümanım ama sadece Allah’ın bir ve benim Müslüman olduğumu biliyorum. Bunları da gizli söylerdik. Başka hiçbir şey öğrenemedik.

Geçenlerde AKP’nin eski bir bakanı “fabrika ayarlarına dönmek” diye oturaklı bir lâf etti. Bu söz aslında partiler için olduğu kadar, sivil toplum örgütleri, cemaatler, devletler, toplumlar ve hatta tek tek bireyler için geçerlidir.

“ULUS DEVLET İNŞASI BİZİ YAKINLAŞTIRACAK”

Benim çıkardığım şu, tek tek bireyler olarak yaratılışımızın, insan eserleri kurumların ise kuruluşlarının bir gayesi vardır. O gayeden sapmadan zaman içinde gelişme denilen değişimler ister istemez olacaktır. Bunlarda fabrika ayarlarına dönmeye gerek yoktur. Ama kuruluş gayesinden saptıysanız o zaman da yapacak bir şey kalmamış demektir. Milli Kültürler için de böyledir. Bizim kültürümüzün de zihni, manevi temel unsurları vardır. Bunlar kolay kolay değişmez, böyle bir unsur değişirse zaten yok olmuşuz demektir. Onun için ben ümitsiz değilim, zaman bizim lehimize işlemektedir. Ulus devletin vatandaşlarına kimlik inşa etme süreci kardeş cumhuriyetlerde bir şekilde devam etmektedir. Bunlar bizi, ötekinden uzaklaştırırken birbirimize, inşallah, yaklaştıracaktır.

7- Özbekistan Türklerinden olduğunuzu biliyoruz. Bu bağlamda özele inersek, Özbekistan’ın bugünkü siyasi konumunu nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye ile soğuk ilişkileri var. Bu sizce nasıl aşılır? Kazakistan ve Özbekistan birer kutup gibi okunuyor dış politikada. Bu iki ülke sizce nasıl yakınlaşabilir?

“ÖZBEKİSTAN İLE KÜLTÜREL YAKINLIĞIMIZ ÇOK BARİZ”

2005 senesinde cereyan eden Andican olayları zaten soğuk olan Türkiye - Özbekistan ilişkilerini daha da gerdi. BM’de soruşturma komisyonu kurulması yönünde oy kullanmamız üzerine Özbekistan bize, diplomasideki adı nedir bilmem ama gönül koydu. Şimdi aradan geçen zaman içinde iki devletin birbirine ihtiyaçları, yakınlaşma ve ilişkilerin normalleşmesi yönünde etkili oluyor. Halklarımız arasındaki kültürel yakınlık her alanda çok bariz. Çarşıya pazara gittiğiniz zaman pazarcıların tavrının bizdekilere benzerliğinden hayrete düşersiniz. Bu benzerliği başka yerlerde ben şahsen göremedim. Manevi kökler, ortaklıklar insanların kolayca kaynaşmasını sağlıyor; gönülden gönüle çabucak yollar kuruluyor. Bu bana ümit vermektedir; gönülden gönüle giden yolların devletten devlete kurulması biraz zaman alsa da sonunda gerçekleşecektir. Sular mecraını bulacaktır.

Kazakistan ile Özbekistan, bağımsızlıklarını pekiştirmek için iki farklı politik tavır geliştirdiler: Kazakistan dinamik atak politikalarla dünyaya açılan, herkesle iyi ilişkiler geliştiren bir yol izledi. Özbekistan ise, içine kapalı, ihtiyatlı, yavaş bir çizgiyi benimsedi. Ama neticede ikisi de, varlıklarını geleceğe taşıma kaygısıyla hareket ediyordu. Şu anda Özbekistan’da işsizlik var, 1993-94’te Taşkent’ten Kazakistan’a geçip gidiverdiğim sınır kapılarında şimdi kalabalıklar birikiyor. Tabii akıntı Özbekistan’dan Kazakistan’a doğru, insanlar iş bulmak için, mallarını pazarda satmak için Kazakistan’a göç ediyor.   

8- Türk Keneşi’ni nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk Dünyası’nın birliğine katkı sağlayabilecek mi?

 “ÖZBEKİSTAN VE TÜRKMENİSTAN DA TÜRK KENGEŞ’İNE KATILACAKTIR”

1992’den sonra Türk Cumhuriyetleri arasında yakınlaşma bağlamında atılmış en somut adım 3 Ekim 2009 tarihinde imzalanmış olan Nahcivan anlaşmasıdır. Türkçe Konuşan Ülkeler İşbirliği Anlaşması’nı Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye cumhurbaşkanları anlaşmayı imzaladı. Bu anlaşmada Özbekistan ve Türkmenistan’ın imzası yoktur. Bu iki ülkenin olmaması şüphesiz büyük bir eksikliktir ama onların da sonunda imza atacaklarına inanıyorum. 2012’deki Cumhurbaşkanları zirvesinde yanlış hatırlamıyorsam Türkçe Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyinin adı Türk Kengeşi olarak kabul edildi. Bakın siz Keneş yazıyorsunuz ben Kengeş yazıyorum. Bu nazal n sesinin bizim alfabemizde karşılığı olmamasından kaynaklanıyor.

Kengeş diye yazmak bana daha doğru geliyor. Sözün nasıl telaffuz edileceğini bilmeyenler kengeş derlerse doğru telaffuza keneşten daha yakın olur sanıyorum.

“TÜRK KENGEŞİ’NİN KAMUOYUNA MAL EDİLMESİ LAZIM”

Soğuk savaş dönemi sona erdikten sonra, Sovyetler dağıldıktan sonra bütün dünyada irili ufaklı birçok bölgesel işbirliği anlaşmaları imzalandı. Bunların hangileri kâğıt üzerinde kaldı, hangilerini hayatiyetini gayesi istikametinde sürdürüyor. Bunların uluslararası ilişkiler bölümlerinde yüksek lisans tezi olarak belki de çalışılması lâzım. Türk Kengeşinin de kâğıt üzerinde kalmaması için gayret bizlere düşüyor. Bizler yani, anlaşmayı imzalayan taraf ülkelerin kamuoyları. Eğer anlaşmayı, Kengeşin faaliyetlerini kamuoyuna duyurur ve kamuoyu tarafından takip edilir hale getirirsek başarıya ulaşır. Anlaşmanın öngördüğü kurumsal yapı halen işliyor. Daimi sekreterya İstanbul’da faaliyet gösteriyor. Cumhurbaşkanları, Dışişleri, Aksakallar gibi Heyetler yıllık toplantılarını yapıyor. İşadamları ekonomik işbirliği anlaşması imzaladı. Kengeşin şimdi bir de bayrağı var. Bütün bunların sembolik retoriklerden ibaret kalmaması için kamuoyuna mal edilmesi lâzım. Şu an için “bir katkı sağlayacak mı” sorunuzu objektif verilerle “evet” diye cevaplayabilmeyi isterdim. Ama olumsuz da değilim. “İnşallah” diye temennimi belirteyim. 

9- Türk Dış Politikası özellikle son 10 yıldır ciddi eleştiriler alıyor. Bu süreçte Türk Dünyası’na gerekli özenin gösterilmediği ifade ediliyor. Siz bunu nasıl yorumlarsınız? Ortadoğu’ya gösterilen özen sizce Türk Dünyası’nın diğer alanlarına gösteriliyor mu?

“SURİYE POLİTİKALARI İSLAMCI DÜŞÜNCENİN BAŞARISIZLIĞIDIR”

 Hemen bir düzeltme yapmama izin verin. Şu anda Ortadoğu’ya gösterilen özen, Ortadoğu’daki Türk Dünya’sına, Irak ve Suriye Türklerine gösterilmiyor. Onun için sorunuzdaki “diğer alanlar” ifadesi gereksiz hale geliyor. Özellikle Suriye politikaları iktidardaki “İslamcı” düşüncenin başarısızlığı olmuştur. Değerli büyüğümüz Nuri Gürgür’ün kaleminden çok açık biçimde dile getirilen Suriye konusundaki ikazlar kaale alınmamış, Müslüman kardeşler teşkilâtının önderlerinin objektif bilgilere değil de duygusal temennilere dayanan kanaat ve tahminleri doğru istihbarat kabul edilerek politika geliştirilmiştir. Ve sonuç ortadadır.

Oysa Türk Dış Politikasının reel politik dayanakları vardı. Meselâ bizim için güneyimize, Orta doğuya bulaşmamak bilinçli bir dış politika tercihiydi. Bu uğurda Kerkük’te kardeşlerimize birkaç kere yapılan zulmü sineye çekmiş, Kerkük petrolleriyle ilgili yanlış hatırlamıyorsam %10 imtiyaz hakkımızı (royalty) talep etmemiş, tarihin sayfaları arasında unutulmaya belki de kasten terk etmiştik. Bazen “belki de aşırı ihtiyatlı hareket ediliyor, bu kadarı da fazla” diye düşündüğüm olmuştu. Ama son Suriye gelişmesi Dış Politikamızın en azından Ortadoğu’da doğru politika izlediğini gösterdi. 

“TÜRKİYE YETERLİ TEŞEBBÜSLERDE BULUNAMADI”

Soğuk savaş döneminin gereklerini yerine getirmiş, Sovyetlerin varlığını ve taleplerini kuzeydeki tehdit olarak algılamış ve buna karşı Kuzey Atlantik Asamblesine katılmış, ayrıca ABD ile ikili ittifak anlaşmaları imzalamıştık.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Türkiye bir yol ayrımında kaldı. AB kapılarında oyalanmak yerine önümüzde daha atak bir dış politika imkânı açılmıştı. Batı ile kötü olmadan, Amerika ile yakın ilişkilerimiz sürdürerek Türk Cumhuriyetleriyle daha yakın ilişkiler geliştirebilirdik. Gerçi bunun için kardeşlerimiz de henüz tam hazır değillerdi. Ama Türkiye yeterli teşebbüslerde bulunamadı. Bağımsızlığını ilan eden kardeşlerimiz tanıyan ilk ülke olmayı bile, kılı kırk yararak gerçekleştirdik. 1992’de Dağlık Karabağ’da ve Bosna Hersek’te olanları izledik; Hocalı ve Srebrenitsa katliamları karşısında kamuoyumuzun taleplerine uygun tavır koyamadık. Minsk grubunda sıradan üyelerden birisi olduk, Hollanda, Finlandiya, İtalya’dan daha ilgili bir ülke olduğumuz halde inisiyatif geliştirmedik veya geliştiremedik. O zaman bu konularda daha aktif olalım diyenler maceraperest olmakla suçlandı.

“DEVLETİMİZİN DIŞ POLİTİKA KARARLARINDA ÜÇ UNSUR BELİRLEYİCİ OLMALI”

Hamasi duygularımızı da aslında köreltmeden, ama asla onları karar verirken tek belirleyici yapmadan soğukkanlı hareket etmek, sağlıklı bilgilere dayanan politikalar geliştirmek zorundayız. İslâmcı düşüncenin hamasi duyguları bizi Suriye batağından nasıl çıkacağız diye düşünür hale getirmiştir. Milliyetçi düşüncenin de hamasi duygularına dayanarak dış politika geliştirmek ve eleştiriler yapmak yeni hatalara yol açabilir. Dikkatli olmalıyız. Devletimizin dış politika kararlarında üç unsur belirleyici olmalıdır: sağlıklı istihbarat, gücümüz, bizim ve karşı tarafın talep ve ihtiyaçları. 2005-6 yıllarında Afrika ülkelerinde atak yapan bir Türkiye, TİKA’nın buralarda, Filistin’de ve diğer Ortadoğu ülkelerinde koordinatörlük ve temsilcilik açtığı Türkiye bence bu unsurların gereklerini yerine getiriyordu. Bunlar Türk Dünyasıyla ilişkilerimizden çalarak yaptığımız işler değildi, ihtiyacımızdı. Türkiye’ye sempatiyi artıracak işlere vesile oluyordu. Ama Arap baharından sonraki gelişmeleri aynı şekilde olumlu değerlendirmek maalesef mümkün görünmüyor. 

10- Ülkemizde uzun yıllardır süren bir etnik fitne var. Bunun üzerine bu sorunların çözümü için son yıllarda çözüm süreci adı altında bir siyaset sürdürüldü. Sizce çözüm süreci bir kazanım sağladı mı yoksa çözüm süreci gerçekten bir çözülme süreci mi oldu?

TÜRK OCAKLARI BEŞİR ATALAY’A NE DEMİŞTİ?

Etnik fitne, kökü dışarıda bir yılandır. Adam diyor ki “35 000 kişiyi biz TRT 6 Kürtçe yayın yapsın, Kürtçe yayın yapan gazete dergi çıksın, Kürtçe eğitim serbest olsun diye mi toprağa verdik? Bu kanın bedeli bu kadar ucuz değildir.” Bir defa 35 000 canın tamamı PKK’nın mensubu değildir; içinde sivil kamu görevlisi öğretmen, imam, mühendis ve sağlı personeli, PKK’ya destek vermeyen sivil Kürt, asker ve polis de vardır. Açılım süreci 2009 yılında başladığı zaman, İçişleri Bakanı Beşir Atalay Türk Ocağını ziyarete geldiğinde verdiğimiz raporda birçok konuya dikkat çekmiştik. Bu web sayfamızda da yayınlanan rapordan aklımda kalan önemli hususlardan birincisi, “PKK’yı etkisiz hale getirmeden yapacağınız her iyileştirme PKK’nın propaganda malzemesi olacaktır. PKK bölge halkına ‘bakın kanırtarak aldım’ diyecektir.” İkincisi “bölgeye her alanda çok sağlam karakterli ve şuurlu görevliler göndermekti.” Üçüncüsü de “iyileştirme grup hak ve özgürlükleri alanında değil bireysel hak ve özgürlükler alanında olmalıydı.”

ÇÖZÜM SÜRECİ PKK’YI HALKA TEK VE MEŞRU TEMSİLCİ OLARAK DAYATTI”

2011 seçimlerinden sonra Anayasada istediği yönde değişiklik yapma gücünü bulamayan AKP, açılım süreci yerine çözüm süreci geliştirdi. En önemli sonucu bizim elimizden bir argümanın alınması oldu. Bölge halkının temsilcisi olduğunu iddia eden PKK ve yandaşlarına ve fikirdaşlarına karşı “hayır siz bölge halkının temsilcisi değilsiniz” diyebiliyorduk. Çözüm süreci bunu değiştirdi. Bölge halkı kendisinin tek ve meşru temsilcisinin PKK, KCK ve HDP olduğunu kabul etmeye adeta devlet tarafından itildi. Türkiye devletine son derece bağlı Kürt arkadaşlarımız arasında bile bir karamsarlık ve çaresizlik hali peyda oldu. Sonuç, “Halep oradaysa arşın burada” dedirtecek kadar açık: 2011 seçimlerinde HDP barajı aştı.           

11- Son aylarda artan terörü nasıl değerlendiriyorsunuz? PKK saldırıları, artan şehit haberleri ve Suruç, Ankara Garı gibi yaşanan bombalı saldırıları değerlendirirsek, Türkiye nereye doğru gidiyor? Türkiye Irak ya da Suriye gibi iç çatışma ortamına yaklaşır mı?

7 Haziran seçimlerinde HDP’yi, başka faktörler yanında, “Türkiye Partisi oluyor, PKK’ya alternatif olarak Kürt hareketini Türkiye’nin meşru zemininde temsil edecek. Savaş yerine demokrasi ve barış yolunu seçen Kürt aydınlarının partisi” diye destekleyenler yanılmışlardır. Son terör olaylarını sadece PKK, IŞİD, THKP-C gibi terör örgütlerine bağlamak eksik olur. Terörü bu örgütler yapıyor doğru ama desteği nerden alıyorlar?

ABD ve diğer batılı devletler son yıllarda, hele IŞİD belası da çıkınca, önceki El Kaide, Taliban gibi hareketlerin, Afrika’da El Şebab, Boko Haram gibi örgütlerin de IŞİD örgütünün de Sünni İslam’dan kaynaklandığı değerlendirmesini yapıyorlar. Önünü arkasını çok araştırmadan bu yanlış varsayımın peşine gidip, Suriye’de IŞİD ile mücadele ediyor diye PYD’yi, dolayısıyla PKK’yı destekliyorlar. Bu uğurda İran ile yakınlaşıp, Rusya’nın Esad yönetimine destek vermesine rıza gösteriyorlar. Türkiye’de terörün yükselişi bu kanaat ve tavır değişikliklerinden bağımsız olarak el alınmamalıdır.

“TÜRKİYE İÇİN ASIL TEHDİT PKK’DIR”

IŞİD Türkiye için ciddi bir tehdit değildir ve olamaz da. Yaptıkları eylemler şüphesiz insanlık dışıdır ve her şeyden önce İslâm’a ve Müslümanlara zarar veriyor. Ama neticede Türkiye’de dayandığı bir kitle yoktur. IŞİD ile başa çıkmak zor değildir ama ihmal de edilmeden üstüne gidilmelidir.

Türkiye için asıl tehdit PKK ve işbirlikçileridir. PKK bertaraf edilmeden Türkiye’nin bireysel hak ve özgürlükler adına uygulayacağı hiçbir reform yatıştırıcı olmayacaktır. 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra HDP’nin barajı aşmasını değerlendiren örgüt bölgede ilçe ilçe özerklik denemelerine girişmiş, Allah’tan devlet bu defa çözüm süreci diye bunlara göz yummamıştır. 7 Haziran seçimlerinden bu yana PKK saldırılarında şehit olan polis ve asker sayısı 120’yi bulmuştur. 30 yıllık PKK ile mücadele tarihinde bu son 4 aydaki kadar rütbeli askerimiz şehit olmamıştı. Bu bile PKK örgütünün çözüm sürecinde ne kadar palazlandığını göstermektedir. Bu defa da devlet, eften püften sebeplere, PKK’nın tek taraflı ve sahte ateş kes ilanlarına kapılmadan örgütle mücadeleyi kararlılıkla sürdürmelidir.

Böyle bir kararlılık Türkiye’yi Irak ve Suriye olmaktan kurtarır. Böyle bir kararlılıkla iç çatışma olmaz. Halkımız yeterince sağduyu sahibidir.

12- Ülkemizin ciddi bir kimlik problemiyle karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Hem bir Türk Dünyası sevdalısı hem de Türklüğün en önemli kurumlarından olan Türk Ocakları’nın emektar bir mensubu olarak ülkemizde bir kimlik aşınması olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce Türk kimdir? Kimler Türk değildir? Ülkemizdeki Türk anlayışı sizce nasıl olmalıdır?

“TÜRKLÜK BİR ŞUUR MESELESİDİR”

Türklük bir şuur meselesidir. Kan ve gen meselesi değildir. Türklük bir kavram olarak daha ilk oluştuğu M.Ö iki bininci yıllarda bile bir etnik topluluk adı, bir aşiret adı değil, devlete tabi olanların topluca adı olarak kullanıla- gelmiştir. Anadolu ve Rumeli’ye geldikten sonra da karşılaştığımız halklardan münferit insanların Türkleşmesi için, aramıza katılmış olmaları yeterli olmuştur. Müslüman olanlara Balkanlarda “Türk oldu” denilmesi de aynı anlayışa dayanır. Onun için Türk Ocakları daha çözüm süreci başladığı anda “Biz Hep Birlikte Türk Milletiyiz” diyerek bu anlayışın bugün de devam ettiğini, etmesi gerektiğini adeta haykırmıştır.

“KİMLİK DURUŞA, ENDAMA, KONUŞMAYA SİRAYET EDER”

 Kimlikler öyle durduk yerde değişmez, mühendislik çalışmaları bir yere kadar etkili olur. Batı Avrupa’ya işçi olarak giden insanlarımızdan hangisinin Kürt, hangisinin Çerkez, hangisinin Akkoyunlu, hangisinin Avşar olduğunu biz de batılılar da ayırt edemeyiz. Camide namaz kılarken de, çarşıda alışveriş yaparken de, pastanede çay kahve içerken de Türkleri sarışın da olsak Almanlar kara kafa “Schwarzkopf” olarak hemencecik teşhis ederler. Çünkü o kimlik dediğiniz olgu duruşumuza edamıza tavrımıza konuşmamıza kadar sirayet etmiştir. Bir gün Frankfurt’ta sabahın erken saatinde uzaktan gelen bir Türk gördüm. İki yıl kaldığım Kanada’dan dönüyordum. Türk’e hasret kalmıştım. Adamcağızla iki laf etmek istedim ama “o beni nerden tanıyacak ki?” diye düşünürken yan yana geldik. Adam selam sabah demeden pat diye Türkçe sordu: “hemşerim en yakın lokanta nerede?” Öyle ya ben onun Türk olduğunu uzaktan nasıl anladıysam o da benim Türk olduğumu anlayacaktı da ben düşünememiştim. O adam belki etnik olarak Kürt’tü, belki Çerkez’di, belki Zaza’ydı ama Türk’tü, ben ne kadar Türk’sem o da o kadar Türk’tü.

“KİŞİ TÜRK GİBİ DAVRANMIYOR, TÜRK’ÜM DEMİYORSA TÜRK DEĞİLDİR”

Kürtçülük yapan, üstelik bunu Türk’ü ötekileştirerek bizim üzerimizden yapanlar bu sosyolojik gerçekliği örtemezler. Kendileri de ne kadar direnirlerse dirensinler Türk kokmakta, Türk görünmektedirler; yürüyüşleriyle, sorgularıyla, öfkeleriyle, tepkileriyle bizden birisidirler. Çünkü bu öyle genle kanla geçecek bir olgu değil, evde, okulda, çarşıda, pazarda 20 yaşlara kadar sürekli öğrendiğimiz bir davranış biçimidir. Farklar yok mu? Elbette var. Ama Çerkez’in evindeki yemek ve dil farkı onu nasıl Türk olmaktan çıkarmıyorsa, ben de onu Türklük dışında göremem. Tersine, Oğuz Kağan’dan beri kromozomları bozulmamış ırk olarak Türk birisi, Türk gibi davranmıyorsa, ben Türk değilim diyorsa Türk değildir.

Biraz başımız, biraz karnımız ağrıyacak ama bu işin de üstesinden geleceğiz inşallah.

“TÜRK KİMLİĞİ ALTINDA HERKES ETNİK KİMLİĞİNİ YAŞABİLİR”

Önümüzde çok büyük imkânlar vardır. Özbek, Kazak, Uygur, Kırgız, Tatar, Çerkez, Türkmen, Kürt, Zaza, Boşnak, Tacik, Azeri ve diğer etnik gruplar hepsi Büyük Türk ailesinin mümtaz mensuplarıdır. Kendilerini bu aileden görmeyenler yarın kayıptadır. Ziya Gökalp’in uzak gayesi, yakın gayesinden daha yakına gelmiştir. O önce Türkiye’de bir kültür birliği, sonra Oğuzlar arasında, en sonda Turan’da kültür birliğini gayeler olarak sıralıyordu. Şimdi Turan Kültür Birliği Oğuz Kültür Birliğinden öne gelmiştir. Bu üst Türk kimliği altında herkes kendi etnik kimliğini zaten yaşayacaktır, bir etnografya - sosyoloji vakıası olarak, ben istesem de istemesem de yaşayacaktır. Bu büyük geleceği kurgulayacak bir heyecan hepimizi sarmalıdır. Kürtçüler de düşünmelidir: İsrail’in payandası, Amerika ve/veya Rusya’nın kuklası bir devlet mi? Yoksa bir Büyük Gelecek mi? Özbekçilik, Tatarcılık, Uygurculuk, Çerkezcilik, Boşnakçılık ve sair yapanlar da aynı soruya muhataptır. Bunların her birinin makul, meşru bir dozu vardır. Benim derdim dozun kaçmasındadır.

13- Sizi çok yormadan son iki sorumuzu sormak istiyoruz. Kısaca başkanı olduğunuz Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın özelliklerini ve faaliyetlerini bizimle paylaşır mısınız?

TÜRK OCAKLARI VAKFI NE YAPAR?

Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı (TOEK) 1989’da kuruluş senedini tamamladı, mahkemece 1990’da tescil edildi. Yani biz vakfın 25. Kuruluş yıldönümünü idrak ediyoruz. 12 Eylül sonrası şartlarda Derneklerin kapatılmasının kolay olduğu zamanlarda tedbir olsun diye birçok dernek kendi vakfını da kurdu. Sanılıyordu ki vakıf kapatmak dernek kapatmak kadar kolay değildir.

Rahmetli Nevzat Kösoğlu’nun gayretleriyle TOEK Türkiye’de Türk Dünyasından öğrenci getirip onlara burs verme işini başlatan kurumdur. İkinci iş yine Nevzat abinin gayretleriyle açılan Türk Yurdu Okullarıdır. Türk Ocaklarının yapması gereken birçok iş vardır. Bunlar arasında, Türk Dünyasına yönelik çalışmalar yapmak ve bir eğitim kurumunu işletmek adeta konuşulmadan Vakfın payına düşmüş hizmetlerdir.

Çalışmalarımız bu iki alanda hizmetleri geliştirme yönünde devam etmektedir.

KAVUNCU’NUN DİLİNDEN, TÜRKEŞ, YAZICIOĞLU, KÖSOĞLU, ERDEM, DÜZGÜNEŞ VE GÖKDEMİR HATIRALARI

14- Size üç isim hakkındaki görüşlerinizi sormak istiyoruz. Her biri üzerlerine ciltlerce kitap yazılabilecek insanlar ama sizden bir kaç cümleyle onlar hakkında ilk aklınıza gelenleri bize aktarmanızı istiyoruz: Merhum Alparslan Türkeş, Merhum Muhsin Yazıcıoğlu ve Merhum Nevzat Kösoğlu.

Dediğiniz gibi her biri hakkında ciltlerce kitap yazılabilecek insanlar. Bir de bunlara benim Prof. Dr. Orhan Düzgüneş, Galip Erdem ve Ayvaz Gökdemir’i eklemem gerekir. Her birinden bir hatıra naklederek cevap vereyim olur mu?

ALPARSLAN TÜRKEŞ

Alparslan Türkeş. 1987 Türk Ocakları Ankara şubesini yeniden açmışız. Ben, Celal abi (TOEK Başkan yardımcısı Prof. Dr. Celal Er, o zaman da Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısıydı) ve Abdi (Türk Ocakları Genel Merkezi İdare Müdürü Dr. Abdi Karacabey, o zaman da Türk Ocağı Ankara şubesinin üç kurucu üyesinden birisiydi) Türkeş Bey rahmetliyi ziyarete gittik. Bize anlattıkları arasında Cemal Gürsel’de naklettiği sözler ve kendisinin Türk Ocaklarına bakış tarzını gösteren sözler beni çok etkilemişti. Merhum, 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra Başbakanlık Müsteşarı’ydı. İhtilal yapan askerler üzerinde, Türk Ocaklarıyla ilgili, Milli Birlik Komitesi üyeleri arasından da destek bulan baskılar var, kapatılsın diye. Cemal Gürsel konuyla ilgili olarak diyor ki: “Biz Türk Ocaklarından aldığımız feyizle büyüdük. Birinci Dünya harbinde Suriye Cephesinde genç bir mülâzım-ı evvel (Teğmen) idim. İstanbul’a ailemize mektup yazdığımızda, zarfın üzerine adres kısmına gideceği şehrin adı yerine İstanbul yazmazdık Akkurum yazardık. Çünkü Türk Ocaklarında bize öyle öğretilmişti. Türklerin ilk devletinin başkenti Karakurum idiyse şimdiki başkenti de Akkurum’dur.

Türkeş Bey rahmetli kendisinin Türk Ocaklarıyla ilgili kanaatini de şöyle aktarmıştı: “Türk Ocakları hep siyasetin dışında durmuş, Türk Ocaklılar da buna riayet etmişlerdir. Ziya Gökalp Türk Ocağına girerken siyaset çulunu çıkarıp giriyorum derdi. Sonraki yıllarda da Prof. Dr. Osman Turan Umumi Reis, Şevket Raşit Hatipoğlu da Hars Heyeti Reisi tarihi Türk Ocağı binasına birlikte girer ve siyaset libasımızı çıkarıp giriyoruz derlerdi. Birisi Osman Turan hoca Adalet Partisi senatörü, diğeri Şevket Raşit Bey CHP Milletvekili idi. Ben de tarihi binaya her girişimde onlar aklıma gelir ve söylemesem de burada siyaset libasını çıkarıyoruz diye düşünürdüm, bazen de sesli söylerdim.

1988’de Afganistan Türklerine yardım kampanyası yaptığımız zaman, sağ olsun bin lirayla kampanyamıza iştirak etmişti. Çok zengin arkadaşlarımızın 500 lira verdiği bir kampanyaydı.

MUHSİN YAZICIOĞLU

Muhsin Yazıcıoğlu ile aramızda sadece bir defa fikri bir ihtilâf oldu. BBP’de milletvekili iken gençlere bir eğitim programı düzenlemiştim. İlk konuşmayı Muhsin başkandan istemiştim. Konuşmasından önce bilgi verdim. Bazı konularda bizim camia dışından insanlar çağırdığımızı, onların kendi konularıyla, uzmanlık alanlarıyla ilgili bilgilerinin önemli olduğunu, onun için gençlere ters gelecek şeyler söylerlerse sabırlı ve saygılı olmaları gerektiğini hatırlatmasını istedim. Başkan da gençlere konuşmasında “tek davamız Türk Milliyetçiliği, başka davamız filan yok derler. Bunlar sizi üzmesin, bilgilerinden yararlanmaya bakın” dedi. Üzülmüştüm. Gençlerin huzurunda tartışmadım. Akşam eve gidince aradım, “başkan ben de Türk Milliyetçisiyim” dedim. O da “hocam ben de Türk Milliyetçisiyim” dedi. O zaman gençlere niye öyle söylediğini sordum. “Tek davamız derler dedim. Hocam senin tek davan Türk Milliyetçiliği mi?” diye sordu. Elbette değildi. Ben Türk Milliyetçiliği yapıyorsam aslında Allah’ın rızasını kazanmak için yapıyordum. Sulh olmuştuk.

Gençlere konuşmasında sabır ve sebat tavsiye ederken çok güzel misaller verirdi. Parmak ısırma yarışması anlatırdı. Kim acıya dayanamayıp ahh derse dişleri açılır ve rakibi parmağını kurtarırdı ama ahh diyenin parmağı rakibin dişleri arasında kalırdı. Bir de bir Çin atasözü anlatırdı: “incinin iyisini bulmak istiyorsan nefessiz kalmayı göze alıp en derine dalacaksın.” Rahmetli Yazıcıoğlu bu misallerde gerçekte kendisini anlatıyordu, hakikaten çelik iradeli bir insandı.

 ORHAN DÜZGÜNEŞ

Prof. Dr. Orhan Düzgüneş de gençlerle bir sohbetinde şöyle demişti: “Gençler, tarihimizdeki bazı olaylarla ve kişilerle övünüyoruz. Ama siz de bizim övündüklerimizle övünüyorsunuz. Yarın siz yaşlanınca gençler de sizin övündüklerinizle övünecek. Onlara övünecekleri bir şeyler bırakmayacak mısınız? Buna çalışmalısınız. Buna tarih yapma şuuru da diyebilirsiniz.    

NEVZAT KÖSOĞLU

Nevzat Kösoğlu. Nevzat abi rahmetliden çok şey öğrendim. Sadece kitap haline getirdiği fikirleriyle değil, davranışlarıyla da bize örnek teşkil ederdi. Gölgesi ağırdı; üzerinde merhum Mehmet Akif’in ciddiyeti vardı. Sözünde dururdu. Gecikmezdi. Bir gün birlikte dolmuşa bindik, aynı istikamette gidiyorduk. Genellikle konuşkan bir insan değildi. Ben de öyle idim ama sırf lâf etmek için şahsıyla ilgili bir şey sordum. Cevabı benim için ciltler dolusu kitaptan daha öğreticiydi: “Orhancığım dedikodu mevzuu değildir.” Feci halde bozulmuştum. Sonra bir şeyler anlattı mı, yoksa hiç konuşmadık mı hala hatırlamam. Ama dersimi almıştım. Hatırladığım sadece benden önce Dışkapı’da indiğiydi. Ben de iki durak sonra Aydınlıkevlerin ilk durağında indim.

Daha sonra başka bir sohbetimizde bana genetikle, evrimle ilgili bazı şeyler sordu. Ben de anlattım. Konu uzun ve şimdiki sohbetimizle ilgili değil. Ama Nevzat abinin bana söylediği yine taş gibi bir lâftı: “Orhancığım düşünürken koyuver dizginleri gittiği yere kadar gitsin. Ama o düşünceler dile geldi miydi, kaleme geldi miydi orada mesuliyet başlar. Eğer yazıp söylediklerinin doğruluğundan emin değilsen vebal vardır. Birilerini etkileyebilirsin.

AYVAZ GÖKDEMİR

Merhum Ayvaz Gökdemir, 1990 senesinde Türkistan’a ilk ziyaretimden dönünce bana takılmıştı: “Ne oldu yani? Gidip akrabalarını bulunca bizi ihmal ediyorsun. Aslanım burada da seni çok seven ülküdaşların var, onları ihmal etme.” Bu lâtife olsun diye söylenmiş sözlerin içinde hakikat vardı: Dava arkadaşlığı, akrabalıktan daha önde gelir.

Yine 1990 yazıydı. Ayvaz abi, Türk Kimliği diye bir kitap yazmıştı. Bizim Türk Dünyasından getirdiğimiz bazı öğrenciler bir ifadeden rahatsız olmuştu. O ifade Orta Asya’daki kardeşlerimizin çekik gözlü basık burunlu olduklarıydı. Bunu kendisine anlattığımız zaman üzüldü ve kitabın sonraki baskısında o ifadeyi çıkardı.

GALİP ERDEM 

Merhum Galip Erdem, hakkında çok yazılan bir büyüğümüzdür. Onun için ondan da ikimizin arasındaki bir sohbeti anlatayım. O sohbeti muhtemelen başkalarına da yapmıştır. Ben çok etkilenmiştim: “Gençtim, hatta çocuk yaştaydım. Bir gün bir kitapta aslında Allah dostları namaz kılmasa da olur diye bir şey okudum. Çok işime gelmişti, Allah dostu olursam namazdan kurtulacaktım, ama emin de değildim. Sonra Erzurum’da bir şeyh efendiye bunu sordum. Cevabımı ve elbette dersimi almıştım.”

Allah hepsine rahmet etsin.

Saygıdeğer hocam, sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz. Umarız zaman zaman kıymetli görüşlerinizi bizlerle paylaşırsınız.

Ben size teşekkür ederim. Allah emeğinizi zayi etmesin.

RÖPORTAJ: Emre KARTAL - Türk Yurdu Haber Genel Yayın Sorumlusu

 

 

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN