Geniş Türkiye'nin Alevleri Arasından Tarihe Bakmak - Prof. Dr. Mehmet Akif OKUR

Geniş Türkiye'nin Alevleri Arasından Tarihe Bakmak


1. Dünya Harbi'ni "bitmemiş savaş" olarak niteleyenler, tarihin coğrafya üzerinde kimlikler, kültürler ve inançlardan ipliklerle dokuduğu nadide kumaşın hoyratça parçalanışıyla ortaya çıkacak muhtemel sonuçlara işaret ediyorlardı. Bu kehanette hakikat payı aramamız gerektiğini düşündüğümüz günlerden geçiyoruz. "Geniş Türkiye"; yani, millet kumaşının işgal makasıyla sınırlarımızdan ayrılan ancak gönül köprülerimizi koruduğumuz kısımları, büyük bir fitne ateşinin ortasında kavruluyor. Yitirilen yüzbinlerin yası, arkası kesilmeyen mülteci kafileleriyle sokaklarımıza taşınıyor. Sınırlarımızı aşan kanlı kül sağanağı, ruhlarımızı hüzün rengine boyarken hafızalarımızın ücra kısımlarına hapsettiğimiz hatıralar manzumesini de yeniden önümüze yığıyor.

KAŞGARLI'NIN AKIL GÖZÜ

Suriye ve Irak havalisi, Türkistan rüzgarlarıyla Anadolu'dan önce tanışmıştı. Bölgede yoğun olarak Tolunoğullarıyla başladığı kabul edilen Türkmen yerleşimleri Selçuklular çağında bambaşka bir mahiyet kazanır. Türkler, akaitten tasavvufa uzanan yelpazede Anayurt'ta yoğurdukları Müslümanlık idraklerini askeri ve siyasi kudretlerine dayanarak İslam medeniyetinin merkez coğrafyalarına taşırlar. Tuğrul ve Çağrı Beylerin sancakları Hilafet başkentinden Basra'ya ve ötesine ulaşır. Kaşgarlı Mahmut, Türkçe ve Türk kültürünün şaheserleri arasındaki Divan-ı Lügat'it-Türk'ü Bağdat'ta kaleme alır. Eserinin giriş kısmına, Buhara ve Nişaburlu iki imamın kendisine hadis olarak aktardıkları şu cümleyi yerleştirir: "Türk dilini öğreniniz, çünkü onların hâkimiyeti uzun sürecektir." Ardından da, "bu söz hadis değilse bile aklın emridir" der. Nitekim tarih, Kaşgarlı'nın akıl gözüyle gördüğünü hakikat olarak tescil edecektir.

En büyük halkası Osmanlı dönemi olan uzun asırlar, diğer topluluklarla birlikte İbn-i Haldun'un "iki milleti azime"sinin, Türkler ve Arapların kaderlerini İstanbul'da birleştirdi. Arap milliyetçileri, tarihlerini yeniden yazarken bu mazinin talihsiz sahnelerini büyüterek siyasi projelerine uygun bir hafıza inşa etmek istemişlerdir. Ancak, vicdanlı her bakış, en azından bugünküne benzer mezhep vb temelli çatışmaların yaşanmaması için Türk idaresi altında gösterilen ihtimamı tespit etmek durumundadır. Örneğin, 1801'deki Kerbela katliamı üzerine harekete geçen Osmanlı Devleti, yakasını kurtaramadığı gâilelere ve kısıtlı imkanlarına rağmen faillerin peşini bırakmamıştı. Beş bin Şii'yi çoluk-çocuk demeden öldürüp Hz. Hüseyin'in kabrini yakan isyanın lideri, uzun bir uğraştan sonra yakalanıp İstanbul'a götürülmüş ve yaptıklarının bedelini canıyla ödemişti. Adalet etmenin karşılığının sadakatle alınması mıdır, bilinmez; bundan yaklaşık bir asır sonra, Irak için Kut'ta İngilizlerle muharebe edilirken de Şii aşiretler, Hz. Hüseyin'in türbesinden çıkardıkları kılıç ve sancağı görkemli bir törenle Türk ordusuna teslim edeceklerdir. Birinci Dünya Savaşı boyunca Şii ulemanın önemli bir bölümü, Irak ahalisinin büyük kısmıyla beraber Osmanlı Devleti'ni desteklediler. Churchill'in anılarına yansıttığı, Irak tamamen İngilizlerin eline geçtikten sonra bile askeri sevkiyatlar için "Türk bayrağı çekilmesi" tavsiyesi, tarihi bir prestij vesikasıdır. Iraklılar, Osmanlı'yı "mezhepçi" siyasetiyle anıyor olsaydılar, iktidarı sona eren bir devletin sembollerine ihtiram etmeyi sürdürürler miydi?

OSMANLI'NIN GÜVENLİK STRATEJİSİNDE MUSUL

Şii tebaasını korumakta titizlenen Osmanlı yönetimi, rakibi İran'ın Şiilik üzerinden yürütmeye çalıştığı siyasete karşı ise tedbirliydi. Yalnızca klasik askeri alanlarla sınırlı kalmayıp eğitimden dini hayatının düzenlenmesine kadar geniş bir yelpazeye yayılan bu güvenlik stratejisi açısından Musul'a özel bir önem veriliyordu. Örneğin; Abdülhamid Han'ın Musul valisi İsmail Nuri Paşa tarafından 1892'de merkeze yollanan raporda Musul, İran'ın Irak Şiiliğine nüfuzunu engelleyen bir sed olarak tasvir edilir. Nuri Paşa, bu seddi sağlamlaştırmak amacıyla Hanefiliği esas alan Türkçe eğitim için seferber olunmasını tavsiye eder.

Yukarda aktardıklarımıza benzer veriler, Misâk-ı Millî'nin yaslandığı anlam dünyasının, stratejik bakışın ve sosyolojik-psikolojik dayanakların kavranması bakımından değerli sayılmalıdır. Zira, yalnızca Şerif Hüseyin'in isyanına odaklanan tarih yazıcılığı, uzun yıllar boyunca Misâk-ı Millî'yi tek hedefi daha fazla toprak kazanımı olan bir gayretten ibaretmiş gibi göstermeye çalıştı. Mondoros Mütarekesi'ni takiben bugünkü Suriye/Irak coğrafyasında yaşananlar ise, aksine, tükenen gücüyle ölüme direnen bir vücûda âit uzuvların parçalanmaya karşı koyma çabasını resmetmektedir.

MUSUL-HALEP AKSININ ÖNEMİ

Bu hakikati layıkıyla idrak için hafızalarımızdan silinen bazı hatıralarımızı tazelememiz gerekiyor. Örneğin; Kuvayı Milliye'nin yalnızca mevcut sınırlarımızda değil, daha geniş bir coğrafyada örgütlendiğini unutuyoruz. Halep'teki direnişin liderlerinden İbrahim Hannanu, çıkarıldığı Fransız mahkemesinde "emirleri Ankara'dan aldığını" söylemişti. Kuvayı Milliye unsurları Halep civarında defalarca çatışmaya girmiş, Fransızların Antep-Maraş-Urfa hattında yenilgiyi kabul edişlerinde rol oynamışlardı. Suriye'deki Fransız Manda yönetimi üzerine yapılan çalışmalar, Millî Mücadele boyunca Halep ahâlisinin kulağının hep Anadolu'da olduğunu kaydediyor. Cepheden gelen zafer haberlerinin ardından şehirde yaşanan sevinç sağanaklarının, dönemin Fransız idaresini epeyce ürküttüğünü anlıyoruz. Ayrıca bu hâlet-i ruhiyenin yalnızca Türkmen nüfusta değil, Kuzey Suriye'deki diğer unsurlar arasında da azımsanamayacak ölçüde yaygın olduğunu söylemeliyiz.

Ankara hükümetinin müzakereler esnasında Fransız General Dufieux'ye ilettiği, Halep'ten Rakka'ya uzanan talepleri, işaret ettiğimiz bu sosyo-psikolojik zemine dayanıyordu. Türk Mezarı'na ilk kez yer verilen o metinde Misak-ı Milli hududu şu şekilde tasvir edilir: “Madde 3) Türkiye-Suriye sınırı şu şekilde olacaktır: Sınır, İskenderun körfezinde Sarıseki'den başlayacak ve Çanakkale, Kırmıtlık, Afrinhan, İbraham (Ahterin'in doğusunda) ve Taşhöyük (Elbeyli nahiyesinde)'ten geçerek Deliçay'ı takip edecek ve Sacir vadisinde Karataşlı Tepe'nin doğusuna varacaktır. Bu noktadan itibaren Fırat'a kadar Sacir vadisini, daha sonra Caber Kalesi (Türk Mezarı) ve Rakka'dan geçerek Fırat vadisini takip edecek ve Fırat'ın güneye doğru eğim gösterdiği Şanuka'dan hareket ederek düz bir çizgi halinde Giran'a varacak, buradan da Sincar dağlarını takip edecektir. Sınırın geçtiği ve bu maddede adı geçen bütün yerler Türkiye'ye bırakılacaktır.”

TÜRKİYE'Yİ İSYANLAR İLE OYALADILAR

"Geniş Türkiye"nin Irak'a bakan cephesi de, Mustafa Kemal Paşa'nın konuşmalarında defalarca tekrarlanır: "Bu hudut İskenderun körfezi cenubundan Antakya'dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus köprüsü cenubunda Fırat nehrine mülâki olur. Oradan Deyri Zor'a iner; ba'dehu şarka temdîd edilerek, Musul, Kerkük,Süleymaniye'yi ihtivâ eder." Bu sözler, fiillerle de desteklenmeye çalışılır. Revandiz'de isyan ederek İngilizlerle çatışan aşiretler, yeni teşekkül eden TBMM'den yardım isterler. 1921'de Binbaşı Şevki Bey'e Süleymaniye komutanlığı görevi verilir. Şevki Bey ve beraberindekiler, Bubaçiçek Boğazı'ndaki çatışmalara katılırlar. 1922'de Erbil-Revandiz arasındaki aşiretlere yapılan saldırılar sonrasında yeni bir hazırlık yapılır. Antep Milis Kuvvetleri komutanı Özdemir Bey, az sayıda subay, aşiretlerden toplanan unsurlar ile Nizip'te Fransız ordusundan kaçarak Türkiye'ye sığınan Tunus ve Cezayirli askerlerden oluşan küçük bir müfreze eşliğinde göreve başlar. Mücadelesi 1923 Nisan'ına kadar devam eder. Bölge halkından alınan destekle İngilizlere karşı sayısız çatışmaya girilir. İngilizler, yüz uçağa kadar ulaşan bir filoyla direnişi kırmaya, destek veren köyleri bombalayarak ahaliyi yıldırmaya çalışırlar. Bu dönemde hava saldırıları, İngiliz hükümetinin yaygın sindirme yöntemine dönüşür. Süleymaniye'de isyan eden Mahmud Berzenci'ye bağlı Kürt aşiretleri de, Sincar'daki Yezidi köyleri de İngiliz bombalarından nasiplerini alırlar.

Sonraki süreçte, düzenli ordu birlikleriyle Musul'a yürümek için yapılan hazırlıklar ve bunların Türkiye'de çıkartılan isyanlarla nasıl sonuçsuz bırakıldığı iyi bilinen hususlar. Lozan'ı takip eden İstanbul'daki müzakerelerin de akâmete uğramasıyla İngilizler, Nasturi isyanının fitilini yakarlar. Tırmanan gerilim, 1924 Eylül'ünde sıcak temasa dönüşür. Türk süvari kolları, İngiliz uçaklarının saldırılarında elliye yakın şehit verirler. Çatışmaların hemen ardından Milletler Cemiyeti, Musul meselesini görüşmeye başlar. Bu esnada Türkiye, içerde Şeyh Said isyanıyla meşgul edilecektir.

GÖNÜL KÖPRÜLERİNİ YIKAMADILAR

Milletler Cemiyeti'ndeki macera, İngilizlerin baskısıyla, o dönemde cari uluslararası hukuk normlarına da aykırı biçimde Türkiye'nin aleyhine sonuçlandırılır. Bölgedeki işgal güçlerinin makası, millet kumaşının bir parçasını daha keser. Ancak, gönül köprülerini yıkamazlar. Türk milleti, Musul-Kerkük meselesini unutmaz. Nitekim, Irak tarafındaki her kıpırdanmada teyakkuza geçen kolektif şuuraltı günümüzde de ayakta. Üstelik bu sefer, millet kumaşının sınırın öte yakasındaki saçakları, rızaları dışında tutturuldukları yamalı bezin tel tel çözülüş sürecinde gelecek kaygısıyla yüz yüzeler. Altmış üç ülkeden askerin Irak'ta toplandığı, Musul'dan Tel Afer'e geniş bir coğrafyanın savaş alanına döndüğü bir dönemde reel politikten kopmadan dünü hatırlamak, tarihi olduğu kadar hukuki metinleri de yeniden okumak zamanın rûhunun gerekli kıldığı bir ihtiyaç. Ancak, bu bir başka yazının konusu...

 

Yenişafak

 

Kaynak:http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6997/genis-turkiye-nin-alevleri-arasindan-tarihe-bakmak.html

maokuryildiz.edu.tr

YAZIYI PAYLAŞ!