Neden Partisiz Demokrasi Olmasın? - Şakir ALBAYRAK Eğitimci&Yazar

Neden Partisiz Demokrasi Olmasın?


Parti, kelimesinin dilimizde “parça “anlamına geldiğini bilmeyen azdır. Eski dilimizdeki anlamdaşı fırka olan bu kelimenin, bütünden ayrılmış parça ve az sayıdaki topluluk anlamları da var. Siyaseten değerlendirdiğimizde, az sayıda bir araya gelen topluluk anlamı daha tutarlı gözüküyor. Yine de bütünden ayrı oluşu, esası teşkil etmekten uzak değil. 
Siyasal partiler kanununa göre partiler, demokrasinin vaz geçilmez unsurlarıdır.  Burada ne kadar iyimser olursanız olun demokrasi hatırına milletin parçalara bölünmesi icap ediyor. Bu keyfiyet kimlerin işini kolaylaştıracaksa?!!
Konuyu açıklığa kavuşturmadan evvel Türk Tarihindeki İktidar değişikliklerinin usul ve şekline göz atmanın meseleyi daha anlaşılır kılacağına inanıyorum. 

Demokratik hayata geçinceye kadar geçirdiğimiz merhalelere kısaca bir göz atmak gerekir.
Halk hâkimiyetine dayanan yönetim biçiminin demokrasi olduğu biliniyor. Cumhuriyetin ise devlet reisinin, millet veya “Millet Meclisleri” tarafından seçilen hükümet şekli olduğunu da biliyoruz hatta Cumhuriyetin bu tanımına rağmen Cumhuriyetimizin 97. sene-i devriyesine kadar Cumhurbaşkanının halka seçtirilmediğini de biliyoruz. 

Cumhuriyet idaresinde farklı hükümet şekillerinin de varlığı biliniyor. 
1-Parlamenter hükûmet: Hükûmeti meclisler karşısında bağımsız sayan şekil.
2-Meclis hükûmeti: Hükûmeti meclise bağlı sayan şekil.
3- Başkanlık hükûmeti: Devlet ve hükûmet başkanı aynı kişidir ve halk tarafından seçilir. Hükûmeti başkan kurar, başkan değiştirir. Başkan meclislere karşı bağımsızdır.

Biz, cumhuriyet devrinin çok partililik kısmında, Parlamenter hükümetle idare edildik. 2014’ten sonra da Başkanlık devrine geçtik.

‘Meclis’ kelimesinin anlamının, oturulacak yer olduğu da bilgimiz dâhilinde. Bu tanıma göre “TBMM” isimlendirmesi yanlıştır çünkü burada oturanlar, millet değil milletvekilleridir. O zaman “Türkiye Büyük Milet Vekilleri Meclisi” isimlendirmeye en layık bir ibaredir. 

Parti ise ortak görüşlerdeki insanların birliğidir. Buradaki” birlik” kelimesine aldanmayalım. Bir bütünün parçası anlamındadır. Parti aynı zamanda fırka manasındadır da.  Partilerin müntesipleri, aynı görüşü taşısalar da partiler parçadırlar. Bütün oluşturmağa pek yakın ve yatkın değildirler. O yüzden oturdukları yerde birbirlerine hücum ederler. Sanılır ki iki düşman grup haklarını almak için birbirleriyle kavga ediyorlar. Kısaca partinin işlevselliği anlaşılmış olmuyor mu?

Bu cümleden olarak toplum ve demokrasi ilişkisini tahlil etmeye, Mete Han’dan başlamamızın daha faydalı olacağına kaniyim. Nereye, hangi zamana kadar demokrasiden ayrı ve farklı idarelerle karşı karşıya kalınmıştır. Türk tarihinin en eski devirlerine ait kahraman atalarımızdan Mete Han’ın iktidarı, nasıl ele geçirdiğini hatırlayalım. Tarihimiz, belki de sırf kavgalardan ötürü gelişmeye fırsat bulamamışlığımızın başladığı tarihtir desek yeridir.

Mete Han, iktidara gelmeden önce babası, Teoman Han‘ın uygulamalarını ve tahmin ettiği niyetlerini beğenmez. Ta ki buradan bize bile, haklıydı, dediren bir durum vardır ortada.

Teoman Han, Çinli hanımından doğma oğlunu veliaht olarak kabul ediyor, hanlığı buna bırakmayı düşünüyor. Bu isteğinde, Çinli Hanımının büyük tesiri var. Teoman Han’ın bu tutumunu Mete hiç mi hiç tasvip etmiyor. İktidara geçmesi lazım geldiğine kani. Bunun için kuvvet kullanılması icap ettiğini de biliyor. Yani bile bile lâdes.

Babasını, iktidardan uzaklaştırmak için elinden geleni yapması gerektiğine inanıyor, bunu da hayata geçirmek istiyordu. 10.000 kişilik bir ordu kuruyor. İlk kez, bu orduda, halen kullandığımız onbaşı, yüzbaşı, binbaşı kavramlarıyla ifade edilen, başka bir ifade ile onluk düzene dayalı bir askeri düzen oluşturuyor.

Orduyu sıkı sıkı tembihleyerek yetiştiriyor hatta” Benim okumun yönüne ok çekmeyene ben ok çekerim.” diyerek düzeni sağladı. Bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra babasının üzerine hücum ederek modern tabiriyle darbe yapıp idareyi ele geçirdi.  Babası dâhil, ölenler, bir hükümdarlık için verilen Türk zayiatından başka bir şey değil.  Bilindiği kadarıyla iktidarı elde etmek için bu tür, çok ölümlü zayiatlar, mücadeleler, Türk tarihinde ardı arkası kesilmeyen, birçok kellenin kesilmesine sebep teşkil edecek mücadeleler olarak uzun bir süre devam ediyor. Kürşad’ın başkanlığında, Çin sarayının basılmasına sebep olan olaylar da hatırlanırsa mesele anlaşılır. 

15 Aralık 1055’te, Cuma hutbesinin, Tuğrul Bey adına okunması ve böylece Abbasilerde bulunan halifeliğin, Türklere geçmesini de unutmayalım. Buna Malazgirt zaferinin muzaffer ve eşsiz kumandanı Alpaslan Gazi’nin, Karahanlı Kale kumandanı tarafından hançerlenerek şehit edilişini de ilave delim. Yıldırım Beyazıt’ın 1402 Ankara savaşında Timur’a yenilmesinden sonra oluşan fetret devri diye anılan 13 yıllık zaman içinde Yıldırım’ın oğulları arasında meydana gelen taht kavgaları başlı başına düşünülecek olaylardandır. Çelebi 2. Mehmet’in dehası sayesinde devlet yıkılmaktan kurtulmuştur. Çelebiler(şehzadeler) arası taht kavgalarında menfaati buluna ecnebilerin boş durduğu sanılmasın. Fitne ateşinin harının ısı derecesi, tabiatıyla ötekilerden daha fazladır. Şehzadeler arası kavgalara (savaşlara) ayrı ayrı teşne olan askerî bürokrasi de yok değildi. Bu askerî bürokratların her biri bir şehzadenin padişahlığında ikbal ve istikbal sahibi olacağına emin olduğundan her padişah değişikliğinde şehzade yanında saf tutmaktan çekinmediler. Bu keyfiyet sonunda da yenen şehzadenin padişahlığı biaten kabul görüyordu. Devlet ve milletin başsızlığının sona ermesi bakımından makbul olan bu durum usul bakımından bu gün için oldukça yanlıştı.

Fatih kanunnameleri bile bu mücadelelere son vermeyi başaramamıştır. Yavuz Sultan Selim han da bu şekil bir mücadele sonunda tahta oturabilmiştir. Devletin selameti için diğer kardeşlerinin pasifliği işine yaradı bazılarının bedenen de ortadan kaldırılmasını sağladı ama ağabeyi şehzade Ahmet, Savaşmaya kadar getirdi işi. Bir savaş esnasında kaçarken yakalanan şehzade Ahmet de katlen tasfiye edildi. Yavuz Sultan Selim Han Şehzade Ahmet ve Babasının ölümüyle rakipsiz kalarak askerî bürokrasinin de kendinden yana olması sonucunda idareyi ele aldı. Görüldüğü üzere tahta oturmanın biricik yolu bürokrat taraftarlığı askerlerin talebi ve keskin iradeye bağlı bir keyfiyetti.
 Yavuz’un oğlu, Cihan padişahı Kanunî devri bile bu mücadeleleri yaşıyor. Cihangir hükümdar, oğlunun idam edilmesinden çekinmiyor.

Bu arada, şehzade savaşlarında ölenlere, şehit demekle beraber hepsi de büyük Türk milletinin asker fertleriydi. Kan gövdeyi götürürken yapılan savaş düşmana karşı değil, tahtı ele geçirmek için kardeşlerin kardeşlere karşı yeltendiği savaştı. Gücü yeten padişah oluyor. Diğerleri ölüyordu. Ölen şehzadelerin taraftarları da ölüyordu. Tabiidir ki kazanan şehzadenin de ölen taraftarları pek az değildi. Bunların hepsi de kutsal bir dava için ölmeye motive edilmiş kahramanlardı. Bu kavgalara son vermenin temel şartının, Hakanın ölüm veya başka bir sebepten dolayı tahtan ayrılmasında, kimin, hangi oğulun tahta geçmesi gerektiği düşüncesi17. Asrın ilk çeyreğinde hâsıl oldu.  
Bu zamana kadar devam eden bu meşum mücadelelere son vermek için 1. Ahmet devrinde çıkarılan ”Ekber erşet” hükmüyle durum, ölümlere son vermeye sebep teşkil etti. Bundan sonra hanedanın en büyük ve olgun oğlu padişah olacaktı. Bu uygulamalar ve daha önceki mücadelelerde Saray bürokrasisinin etkilerini de unutmamak lazımdır.
Bütün tedbirlere rağmen 2. Osman, 3. Selim katlden kurtulamamıştır. Tanzimat döneminde de saray bürokrasisi çok etkin ve Avrupa referanslıydı.

Sultan Abdül Aziz’i katlederek intihar süsü vermeyi başardılar. Yerine geçirdikleri, 1293 Rumi yılında, 93 gün padişahlık süresi geçirdiği ve senenin de 93 olması yüzünden namı, 93 padişahı diye anılan 5. Murad’ı tahta geçirmelerine rağmen tasfiye ederek güdebileceklerinden emin oldukları, genç şehzade 2. Abdülhamid’i tahta oturtan bürokrasi, umduğunu bulmayınca ayak oyunları sergilemeye başladılar. Memleketin gidişatının, selametinin Kanun-i Esaside olduğunu telkin ederek genç hakanı -gücünün azaltılması uğruna-  ikna ederek 1876 senesine 1. Meşrutiyeti ilân ve kabul ettirdiler. Padişahı kontrol altına alacaklarını ve istediklerini yaptıracaklarını zannediyorlardı. Meclis çoğunluğu gayr-i Müslimlerden oluşunca devlet ve millet namına iş görmeyen bu meclisi, Kanuni esasinin verdiği yetkiyle Sultan 2. Abdülhamit Han feshetti. Başına daha çok belalar geldi. !908’de 2. meşrutiyeti de ilan ve kabul ettirdikten sonra 31 Mart (13 Nisan) 1909 Faciasını tertip ettiler. Sonunda da 2. Abdülhamid’i, ekseriyeti Türk olmayan bir bürokrasi heyeti, “Millet artık sizi istemiyor .”yaftasıyla tahtından hal ederek yerine, İttihat ve Terakki fırkasının kararlarını noter gibisince tasdik etmeye mecbur bıraktıkları sultan 5. Mehmet Reşat’ı tahta geçirdiler. İradesini kullanamayan Padişah’ın devrinde; İttihatçılar, akla ziyan işlere imza atıp birçok savaşın çıkmasına sebep oldular ve 30. 10.1918 Mondros Mütarekesiyle Harb-i umumînin sonunda devleti fiilen bitirmiş oldular. Hükmî şahsiyeti olup hiçbir şahsî gücü olmayan devlet durumuna müncer kıldılar. Devlet, kör kötürüm, sakat, malül bir şekilde veliaht 6. Mehmet Vahdettin’in kucağına atılıverdi. Bu kadar badirelerden sonra hâlâ, kurtuluş ümidi taşıyan 6. Mehmet Vahdettin, Vatanın Anadolu cihetinden kurtulacağı tahminiyle bazı askeri bürokratları Anadolu’ya sevk etti. Bürokratlar Anadolu’da Padişah adına hareket edip kurtuluşu temine vazifeli idiler. Geceli gündüzlü yapılan çalışmalar meyvesini verdi. Bu hareketin adı Millî Mücadeleydi. Millî Mücadele başarıldıktan sonra Vahdettin de saf dışı bırakılarak yine Bürokrasi, idareyi ele geçirip emin oldukları halkoyundan da yararlanarak padişahın emrinden de vaz geçerek alenen işi ele aldılar memleket kurtuldu mu? Evet. Sonunda ne oldu? Adına hareket ettiklerini, deklere ettikleri Osmanlı hanedanını bertaraf ederek hem hükûmet hem de rejim değiştirdiler. Bu askerî bürokratlar, İttihat ve Terakki’nin Harb-i umuminin neticelerinden sorumlu sayılmayan bir grubundan oluşuyordu. Osmanlı Türk devletinin yıkılmasına sebep olanlara karşı da iyi niyet taşımıyorlar yer yer onları takbih etmekten de imtina etmiyorlardı. Bu konuda, Sivas Kongresi oturumlarında Parti olmadıklarını, parti adını anmayacaklarını deklere ederek çalışıyorlardı.

Cumhuriyet rejimi kabul ve ilan edildi.((29 Ekim 1923) Rejimin değişmesine rağmen rejimin gerekleri yerine getirilmiyordu. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi lazım gelirken seçimin esamisi bile okunmuyordu. Bu durum Halaskâr Gazi’nin vefatından, 7 Haziran 1945’te hükûmete verilen o meşhur dörtlü takrire kadar da devam etti, toplumun demokrasiden haberi bile olmadı. Dörtlü takriri verenler de hattı zatında hükümetin mensuplarıydı. Bu çıkışları yüzünden, Hükûmet partisinden istifada gecikenler ihraç edildiler. Demokrasiyle yüzleşme böylece inkişaf etmeye mütemayil hale geldi. Önerge sahiplerinin öncülüğünde DP kuruldu. 1946 seçimleri iki partili seçim oldu. !934’te yürürlüğe girmesine rağmen(Bu kanuna rağmen seçilmesi kabul görenleri Parti mevzuatı mucibince genel merkez tespit ediyor, seçmen de bunları tasdikten başka bir iş yapmıyordu. Yanarım da Kuvayı-ı Milliye’nin Kahraman kadınlarından, savaşarak kahraman olmalarına, asil olmalarına rağmen vekil yapılmamalarına hiç birinin seçimle oluşturulan mecliste yer almayışlarına yanarım.) 1946’daki seçime iki parti katıldıydı ama “Açık oy, gizli tasnif ( sayım)”yüzünden olsa gerek muhalefet muvaffak olamadı.   Demokratlığın cismi değil ismi bile oralara uğramış değildi.

1950 seçimlerine de iki parti katılımıyla çok partili demokratik seçim yapıldı.
Yeni kurulan parti, biraz güçlendikten ve partinin ve partililerin horlandığını halk da gördükten sonra 50 seçimleri eski partiyi sandığın dibine gömerek sandığı kilitledi.

Demokrasiyi hazmedemeyenler, 1960 darbesi ve askeri cunta marifetiyle iktidarı ele geçirdi. Kan yok mu? Şehzade savaşları kadar yoktu her halde. Zihniyet değişmedikçe rejim de değişse halka faydalı olunmuyor. Belki de faydalı olma niyetleri yoktu. Kim bilir?

!960 darbesinden sonra vesayetli de olsa Toplum demokrasiyle bir nebze tanıştı. Lâkin 1960’tan sonra 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 İhtilali, sosyal ve siyasal hayatı tar u mar eyledi. Memleketin kalkınma durumunun yıllar öncesine gerilediği dillendirildi. Bu dillendiriş propaganda değildi elbet. 28 Şubat darbesi de başka bir gerileştirici hareketti. 28 Şubat yıkıntılarından kurtulmayı unutamadan, Yargı darbesi denilen meşum olaylar gelişti. Hükümeti içten fethetmeyi tasarlayanlara karşı hükümet tabii refleksini ortaya koydu. Paralel devlet yapılanması adıyla adlandırılan sonradan FETÖ terör örgütü adıyla örgütlenmiş, beynelmilel çete teşvikiyle bütün yatırımları hedef alan meşum gezi kalkışması gerçekleştirildi. Masum, Yeşili koruma adıyla kendilerini maskeleyip ihanetten sıyrılmak istemelerine rağmen aklanmadan peşinden 15 Temmuz 2016 işgal teşebbüsünü geçekleştirdiler ama başaramadılar. Bütün bunların sebebinin siyasal ayrıştırmalarla kılıflanmaya çalışılması inandırıcı olamadı. Bu ihanetlerin vatan savunmasını zayıflatıp başka emellere ulaşmaya çalışılması hep yadsınmak istense de mümkün olmadı. Bu olayların arkasından çifte seçimler yapılarak istikrar sağlayıcı siyasal yapıların oluşturulması sağlanmaya çalışıldı. Son yıllara kadar halkın demokrasiyi anlamadığı konuşulup durdu. Sebep, bu halk, bizi seçerse demokrattır, seçmese anlamamıştır veya seçim hilelidir . Başka ne olacak. Ben seçilirsem seçim düzgün yapılmıştır. Seçilemediysem seçimde hile vardır. İşte siyasal partilerin millete fayda temin edeceklerini beklerken birinin yekdiğerine ayak oyunu yapması kaçınılmaz oluyor. Bu zihniyet, 21. yüz yıla da taşınmış değil midir? “Bize halk muhalefet görevi verdi. Bu yüzden mevcut hükümet, dünyada en iyi işi başarsa bile bunu takdir ve tasdik yerine kötü demek bizim muhalefet görevimizdir.” zihniyetini her muhalefet dillendirir oldu. Bu tutumların, Partisiz, siyasi, idarî yapılarda olmasının mümkün olamayacağı aşikâr değil mi? İşte bu yüzden memleketin istikrarlı bir idareyle zengin ve müreffeh yaşatılmasına ihtiyaç yok mudur?  Vardır elbet. Öyleyse…

PARTİSİZ DEMOKRASİYE NELER ENGEL OLUYOR?
Partisiz demokrasi nedir, nasıl İşler?
Demokrasi: Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi, el erki, demokratlık, değil miydi? Bu tanımın mesajından hiç de partililik zihniyeti intişar etmiyor. İlla Partili demokratlık anlayışı gözükmüyor. Halkın hâkimiyetinin, sözüm ona, halkın tasdik ettiği veya halka tasdik ettirilen hâkim bir grup, parti tarafından gerçekleştirilmesi şart değil. Bu şart, zaten öznel bir kavram olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Çok partili seçimlerin hatta tek partili seçimlerin de esas tavrı parti yönetimlerince bir nevi tayin edilmiş kişilerin halka tasdiklettirilmesinden başka bir iş değil. Halk, Hâkimiyet tesis etmiş parti yönetimlerinin tayin ettiği eşhası, tasdik ve kabul ediyor. Halkın seçtiği herhangi bir şahıs mevcut değil. Madem halkın iradesinin hâkim olması lazımdır. Buna uygun, gruplaşmamış, insanların arasından, hiçbir gücün tesiri altında kalmadan, kendini bir makama aday gösteren kişilerin halk tarafından seçilmesi lazım değil midir? Bunun şartının parti olması, içten içe, başka niyetlerin varlığını haber vermiyor mu? 

Gelelim bu partisiz adayların nasıl belirleneceğine. İşte ip burada kopuyor.
Evvela, memleketin nüfusu ve bir vekile tekabül etmesi tasarlanan nüfus miktarı tespit ve tayin edilmeli.
Seçim yapılmasından evvel seçim hazırlıklarına başlamadan ön hazırlık yapılmalı.

Bu hazırlıkta aranacak unsur ahalinin temerküz ettiği ilçelerin sayısı tespit edilerek bu sayıya göre ilçe nüfuslarının miktarının vekil başına düşecek miktarlarına ayarlanması lazımdır. Bir ilçenin nüfusu birden çok vekilin seçimine müsaitse ilçe her vekil adayı için taksim edilerek sadece bir vekile rey verecek sınıra ulaştırılır. Yani bir seçmen sadece bir kişinin seçilmesi için rey kullanacak olmalı. Bu şartlar altında bir ilçeden birden çok vekil seçilirken birden çok ilçeden de bir vekil seçilebilir. Artık oyla vekil seçimi sona ermiş olur.

Milletvekili adayı olmak isteyenleri de güçlü birinin destekleyip ortaya sürmesine devlet eliyle engel olunmalıdır. Güçlülerin isteği üzerine aday olanların adaylıkları iptal edilirken hem aday hem de güçlü eşhasın caydırıcı cezalarla muaheze edilmesi sağlanmalıdır.

Tarihin akışında karşılaşılan idare problemlerinin bu şekilde çözümü mümkün olduğu gibi tekraren karşılaşılması da imkânsız hale gelecektir.

Güçlülerin, tayin ve tespitine mani olunurken nakit ve propaganda desteklerine de mani olunmalıdır. Bunlar sağlandıktan sonra milletvekili olmak isteyenler kendi imkânlarıyla seçim çalışmalarını yürütürler, gerekirse ev ev gezerler çünkü artık reylerden müstefit olamayacaklarına göre sadece ulaştıkları seçmenlerden rey alacaklarına göre kendi plan ve projelerini millete takdim ederler. Seçim çevresi, aday milletvekilinin alması geren oy miktarının çıkabileceği seçim çevresidir. Aday, yukarıdan tespit ve tayin edilmediği için, çevrenin evvelden tanıdığı biri olacağından itibarı da çevreden takdir ve tasdik edilecek ve kazanacaktır. Bir milletvekilinin çıkması murat edilen bu çevreden aday sayısının birden çok olması halinde mutat olan uygulama icabı en fazla rey verilen milletvekili olur. Emmim dayım, bana gelir benim payım hesabı ortadan kalmış olur. Her milletvekili adayının diğeriyle siyasi bir bağlantısı seçim esnasında gerçekleşmez. Kimse kimseyi tanımadan tanısa bile yardımlaşmadan milletvekili olmayı hak eder.

Bu seçimler esnasında Cumhurbaşkanının da seçilmesi sağlanır. Bağımsız milletvekilleri mecliste olması gereken yasama faaliyetlerini şartlar değişmemişse bilinen usullerle yerine getirirler. Seçilmesi gereken çalıma kurullarını ve komisyonlarını teşkil ederler. Başlangıçta icraat olmayacağı, sadece çalışma usul ve şartları teşkil edileceği için muhalefete ihtiyaç kalmayacaktır. Hiçbir milletvekili, vesayet altında olmayacağından sadece millet menfaatine olan ve olacak meseleleri düşüneceğinden daha hayırlı ve verimli çalışmalar hâsıl olacaktır. Cumhurbaşkanı, yine icra heyetini meclis dışından teşkil ettirecek. Mecliste de güvendiği bir tembihli ekseriyet olmayacağından icra heyeti daha temkinli daha kaideli, daha disiplinli iş görmeye özen gösterecektir.

Bu çalışmaların hukuki zemini yok ise önceki meclis tarafından temin ve tesis edilir. 
Böylece siyasî partilerin çekişerek millet yararına yapılacak işlerin duraklaması önlenmiş olacaktır.
Mutluluk ve refah yolu açılacağı gibi caddeleri ve sokakları daha da geniş ve temiz olacaktır. İşte bu yüzden Partisiz demokrasi ihtiyacımız vardır.

Bu düşünceler tamamen bana aittir. Cumhuriyeti tesis eden kadronun da bir siyasal partisi yok idi. Bu kadro işaret yoluyla tespit ettiği eşhası vekil seçtirdi. Millet seçtikten sonra tanıdı vekillerini.  Alakaları yok iken Mehmet Akif Ersoy, Burdur milletvekili, Yahya Kemal Beyatlı da sırasıyla Urfa, Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul milletvekilliği yaptı. Hâlbuki Yahya Kemal Beyatlı’nın Milletvekili olduğu vilayetlerini hiç birinin ahalisinden değil ama oraların milletvekili. 

Teklif ettiğim bu sistemde, tanınmayan şahıslar, tanınmadığı muhitten, seçime katılamayacaklar. Böylece halk dayatılmış şahısların yerine tanıdıkları şahısları bile isteye seçeceklerdir. 

Vaziyeti izaha çalıştım. Belki bir yararım dokunur zannıyla. Zandan ilim doğmayacağını ama galip zandan doğabileceğini biliyorum. 
 
Şakir ALBAYRAK, ÇEKMEKÖY –İSTANBUL, 25.12.2021, 21.38


 

[email protected]

YAZIYI PAYLAŞ!