ADALET - Prof. Dr. Mehmet ÖZ

ADALET


Mehmet Öz[1]

Türk devlet geleneğinin teorik temelleri bir yanıyla İslam öncesi Türk devlet anlayışına, diğer yanıyla da Müslümanlığın kabulü sonrasında büyük ölçüde İslam devlet anlayışına dayanır. İslam geleneğinden kasıt, salt Kur’an ve Sünnet kaynaklı bir devlet teorisi değildir. Emevî ve Abbasî dönemlerinde eski Yunan’dan eski İran ve Hind’e uzanan geniş bir yelpazeden etkilenmiş; bunlarla İslam dininin öğretilerinin telif edilmesi çabalarıyla ortaya çıkan, felsefi akımdan tasavvufi eğilime kadar çeşitli sahalarda farklılıklar arz eden yani bağdaşık olmayan bir alandan bahsediyoruz. Burada bu konunun ayrıntılarına girecek değiliz. Bu yazıda ana odağımız, Türk-İslam siyaset düşüncesinin ilk ve muhteşem örneği olan Kutadgu Bilig’den başlayarak Türk-İslam devletlerinin hâkim olduğu sahalarda Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış siyaset ve ahlak kitaplarında, devlet ve toplum anlayışının merkezî kavramı olarak karşımıza çıkan adalet ilkesidir.

Bizim bahsettiğimiz gelenekte bu kavram, biri kısa öteki biraz uzun bir yorumu olan ve günümüzde “Adalet mülkün temelidir.” şeklinde özetlenen adalet dairesi (daire-i adliye, daire-i adalet) kavramıdır.[2]

Adalet ilkesini, yazılı kültürün en eski örneklerine sahip Sümerlerden beri çeşitli şekillerde görürüz. Ancak bunu birbiriyle ilişkilendirilmiş kelime veya kavramlarla bir daire şeklinde ortaya koyan ilk örnekler, bildiğimiz kadarıyla Sasanîlerde ortaya çıkmıştır. İlk örneği, 3. yüzyıla ait olmakla birlikte aslı günümüze ulaşmayan, Arapça çevirileri 8-9. yüzyıllara tarihlenen Sasanîlerdeki bu formül, daha sonra İslam siyaset eserlerinde karşımıza çıkar. Erdeşir’e ait olduğu belirtilen sözlere (Ahd-ı Erdeşir) göre şöyledir: “Lâ sultan illâ bi’r-ricâl, ve lâ rical illâ bi’l-mâl, ve lâ mâl illâ bi’l-imâret, ve lâ imâret illâ bi’l-adl ve hüsn-i siyaset.”[3] Burada bir daireden söz edilmese de bahse konu kavramlar (sultan, rical, mal, imaret, adl ve hüsn-i siyaset) arasında kurulan ilişki bir daire niteliği taşır. Bu yorum, daha sonra İslam kaynaklarında ufak tefek değişikliklerle devam edecektir.

Adaletin doğru kanunlar (törü tüz) olarak geçtiği Kutadgu Bilig’deki şekli şöyledir:

“Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır; askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için, halkın zengin olması gerekir; halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmâl edilirse, dördü de kalır; dördü birden ihmâl edilirse, beylik çözülmeye yüz tutar.”[4]

Uzun yoruma ise Aristoteles’e atfedilmekle birlikte onunla ilgisi olmayan Sırru’l-Esrar adlı eserde rastlamaktayız. Yuhanna ibn el-Bıtrik tarafından Halife Me’mun’a sunulmak üzere tercüme edildiği belirtilen bu eserde, Aristoteles’in İskender’e tavsiyeleri kısmının sonunda bütün fikirlerinin özeti olarak daire-i adliyeyi ifade ettiği yazılmaktadır.

Eserde adaletin Allah’ın sıfatlarından biri olduğu, Allah’ın kullarını görüp gözeten melikin (hükümdarın) tebaasının sevincine, mallarına, kanlarına vb. malik olduğu cihetle Allah’a benzemesi, daha doğrusu onun sıfatlarına sahip olmaya çalışması gerektiği, peygamberlerin adalet için gönderildiği, memleketlerin adaletle ayakta durduğu, yeryüzünün adaletle bayındır olduğu vurgulanır. Yazar, Aristo’nun ağzından İskender’e adaletle ilgili öğütlerini sekiz suret (şekil) olarak verdiğini, bunların feleklerin devri gibi bir sonraki bir öncekini takip edecek şekilde birbirlerini izlediklerini, yine bunların hepsindeki tedbirin âlemden haber vermesi sebebiyle bu şeklin âlemle başladığını gördüğünü ifade eder. Bazı yazmalarda kare veya dikdörtgen, bazılarında daire şeklinde yazılan sekiz cümle, dairevi şekilde birbirine bağlıdır.[5] İbn Haldun’un “el-Âlem bostan siyâcuhu ed-devle” yani “Dünya bir bahçedir, onun duvarı devlettir.” ifadesiyle başlayan Mukaddime’sinde de zikredilen ve tahlil edilen bu daire, Kınalızade Ali’nin Ahlâk-ı Alâî adlı eserinde şu şekildedir:

“Adldür mûcib-i salâh-ı cihân/Cihân bir bağdur, divârı devlet/Devletüñ nâzımı şerî’atdür/Şerî’ate olamaz hiç hâris, illâ mülk/Mülk zabt eylemez, illâ leşker/Leşkeri cem’ idemez illâ mâl/Mâlı cem’ eyleyen ra’iyyetdür/Ra’iyyeti kul ider pâdişâh-ı ‘âleme ‘adl”.[6]

Burada dünyada barış ve kurtuluşun adalete bağlı olduğu; bir bahçeye benzetilen devletin duvarının yani o bahçeyi hırsızlara veya bahçeye zarar verecek diğer canlılara karşı koruyanın devlet, devletin düzenini temellendirenin şeriat olduğu ifade edilir. Devamında ise mülk (devlet) [Bu kelime melik (hükümdar) olarak da okunabilir.] olmadan şeriatın uygulanamayacağı, ordu olmadan devletin düzeni sağlayamayacağı ve ülkeyi koruyamayacağı, asker toplamak için hazineye ihtiyaç olduğu, hazineye gerekli vergilerin ise vergi veren halktan (reayadan) toplanacağı, halkın padişaha itaatini sağlayan temel unsurun da adalet olduğu anlatılır. Adalet dairesinin kısa yorumunda, hükümdarın ancak devleti çekip çevirecek adamlar ve asker ile hükmünü yürütebileceği, hazine olmaksızın bunların olamayacağı, ülke bayındır olmazsa hazinenin olamayacağı, ülkenin bayındır olmasının ise halka adil davranılması ve güzel bir yönetimle (hüsn-i siyaset) mümkün hâle geleceği vurgulanır.

Kınalızâde’ye göre, devletin korunması iki şeyle mümkündür: Biri devlet adamları arasındaki uyum ve birlik, diğeri ise düşmanlar arasındaki anlaşmazlık ve çatışmadır. Padişahların adalete riayet etmesinin şart olduğunu belirtir ve adaletin şartlarını da açıklar: Birincisi herkese eşit davranılması, ikincisi herkesin beceri ve yeteneklerine göre muamele görmesi, üçüncüsü ise iyilik ve yardımın da hak edene hak ettiği ölçüde yapılmasıdır. Bugün padişah kavramı yerine “devlet” kelimesini koyarsak bu öğütlerin günümüzde de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Adalet kavramı, hiç şüphesiz evrensel bir ilkeyi temsil eder. Kur’an’da çeşitli surelerde adalet ile ilgili hükümler vardır. Konumuz açısından çok merkezî olan ikisini vermekle yetinelim:

“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisa: 58).

“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide: 8).

Nisa suresinin 58. ayeti, siyasetname ve nasihatname kaynaklarında en çok atıfta bulunulan ayetlerdendir. Bu ayette adalet ve emaneti ehline vermek, bir arada yer almaktadır. Adalet ve emaneti ehline vermek yani liyakate riayet aslında birbirine bağlıdır. Görevleri en layık olana vermek, bir görev için yapılan sınavda en başarılı olanın kazanması, adaletin gereğidir. Adalet, kişiye hakkı olanı vermektir. Adalet aynı zamanda başkasına zarar verenin, haksızlık edenin de engellenmesi, gerektiği hâllerde cezalandırılması demektir. Adalet, suçluya suçun gerektirdiği cezanın dışında veya orantısız ceza verilmemesi demektir. Adalet, kuru ile yaşı ayırt etmeyi, at izi ile it izini karıştırmamayı gerektirir. Adalet, Maide suresi 8. ayette de emredildiği gibi, bir topluluğa veya kişiye olan kinimizin bizi onlara karşı hakkaniyetsizliğe itmemesidir. Özetle, adalet haktan, doğrudan sapmamak, kul hakkı yememektir.

Nizamülmülk ve Koçi Bey dâhil siyasetname, nasihatname yazarlarınca çokça zikredilen “Küfr ile dünya durur, zulmile durmaz” sözünün, 1401 yılında yazılan Şeyhoğlu Mustafa’nın Kenzü’l-Kübera ve Mehekkü’l-Ulema adlı eserdeki yorumu ile yazımızın bu bölümünü noktalayalım:

“Padişahlık baki olur küfrile ‘adl olıcak ve illâ baki olmaz imanıla zulm olıcak.”[7] Yani bir devletin yönetimi kâfir yöneticilerin elinde iken orada adalet varsa buna tahammül edilebilir, o devlet ayakta kalır; ama bir devlette zulüm varsa o devleti yönetenlerin iman sahibi olması, devletin ayakta kalmasını sağlamaz. Bugün İslam dünyasındaki bazı devletlerin hâl-i pür-melâli bu vecizenin teyidi değil midir?

***

Günümüzde gerek yargı sistemimizle ilgili konular gerekse daha geniş anlamda ülke yönetimi ve insanlığın karşı karşıya kaldığı meseleler bağlamında sıkça telaffuz ettiğimiz kelime ve kavramların en başta gelen birkaçından biri “adalet”tir. Bir önceki yazımın konusu olan “liyakat” gibi “adalet” de çok sıkça telaffuz edildiğine göre bu konuda doğru gitmeyen bir şeylerin hepimizi şu veya bu derecede etkilediğini varsaymak pek yanlış bir hüküm olmasa gerektir. Dünyaya baktığımızda gelir dağılımında büyük bir adaletsizlik olduğu, BM Güvenlik Konseyinin daimi beş üyesinin kararları, veto hakkının pek çok meselenin hakkaniyete uygun çözümünün önünde engel teşkil ettiği vb. pek çok hususu görebiliriz. Ülkemizde de yargıya olan güvenin azalmasına dair veriler var. Her dönemde görülebilecek münferit olaylar bir yana, Türk ordusuna kumpas davalarıyla başlayıp 2010 Anayasa Değişikliği Halk Oylaması’ndan sonra giderek vahamet kazanan hadiseler, Türkiye’yi 15 Temmuz’a kadar götürdü. 15 Temmuz sonrasında ise bir yandan kılcal damarlara sızmış bir yapıyla mücadelenin zorlukları, öte yandan sisli havayı sevenlerin istismarları Türk yargı sisteminin ve adalete olan güvenin yara almasına yol açtı. Son dönemde ise siyasi kutuplaşmanın boyutları maalesef yargı kurumları arasında hiç olmaması gereken nahoş çekişmelere, söz dalaşmalarına kadar vardı.

Güncel siyaset dışında adalet, hukuk devleti, temel haklar gibi konuları, asgari değil azami mutabakatla değerlendirmemiz, çokça bahsedilen bir kavramla söyleyelim, aslında bir beka meselesidir. Hiç şüphesiz çağlar değişiyor, toplum farklılaşıyor, devlet yönetiminde yeni usuller ortaya çıkıyor; ancak adalet, iyilik, hürmet, merhamet gibi insanlığın temel değerleri evrensel geçerliliğini koruduğu gibi bunların zıddı veya aksi olan zulüm, acımasızlık, kötülük, yozlaşma gibi hâller de aynı şekilde bütün dünyayı olumsuz olarak etkilemeye devam ediyor. Çin’in Doğu Türkistan’da yıllardır uyguladığı sessiz soykırım ile İsrail’in 2023 yılının Ekim ayından beri küçücük bir alanda Gazze’de çoluk çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden sürdürdüğü kanlı soykırım, kötülüğün günümüzdeki en açık iki örneğidir.

Bu yazıda güncel olaylardan ziyade tarihî devlet ve toplum anlayışımızın temel kavramlarından biri olan adalet üzerinde durduk. Umulur ki “beş bin senelik kıssa”dan bir “hisse” alınır.

 
[1] Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi. Türk Ocakları Genel Başkanı.

[2] Bu kavram, İslam siyaset düşüncesine dair bütün eserlerde zikredilir. Kavramın kökenleri, İslam siyaset düşüncesinin farklı alanlarındaki kullanımı konusunda kapsamlı ve ayrıntılı bir çalışma için bk. İlker Kömbe, Adalet Dairesinin Teşekkülü ve Temel Kavramları. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2014.

[3] Aynı tez, s. 21.

[4] Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, çev. R. Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu, 1998, s. 155.

[5] Kömbe’nin tezinde bu şekillerin her biri ayrı ayrı tanıtılmaktadır.

[6] Kınalı-zâde Ali Çelebi, Ahlâk-ı Alâ’î, İnceleme-Çeviriyazı: Prof. Dr. Fahri Unan, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2014.

[7] Kemal Yavuz, Şeyhoğlu Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ (İnceleme-Metin-İndeks), Ankara 1991, s. 107.

Bu Yazı ilk olarak Türk Ocakları Genel Merkezi Web Sayfasında yayınlanmıştır.
 

mehmetö[email protected]

YAZIYI PAYLAŞ!