Kadim dostum Taha Akyol basınımızın en kaliteli ve seçkin sayılı kalemlerinden biri olmasının yanı sıra, düşünen, araştıran, mütefekkir kimliğiyle farklı düşüncedekilerin bile görüşlerine saygı duyduğu, yazdıklarını ilgiyle okuduğu değerli bir münevverimizdir; yazılarını kaçırmadan okurum. Her biri ciddi bir emek ve araştırma mahsulü olan kaynak eser niteliğindeki kitapları günümüz şartlarında daha da öne çıkıyor; hukuk ve yargı sorunlarının, adil ve tarafsızca yargılamanın, hâkim teminatının, tarafsızlığının yoğun şekilde tartışılırken, Taha Akyol’un eserlerinde verdiği örnekler özel birer anlam kazanıyor.
Geçen hafta Prof. Ümit Özdağ’ın savunmasını okurken, Akyol’un “Onlar da Kahramandı” eserindeki Namık Kemal’in yargılandığı davanın Mahkeme Başkanı Abdüllatif Suphi Paşa’nın (Türk Ocakları’nın ebedi Genel Başkanı Hamdullah Suphi Bey’in babası) tutumunu ve kararını tekrar hatırladım ve bu bölümü yeniden okudum.
“Yargıç” başlıklı bölümde, güce boyun eğmeyen, adaletin ve hukukun gereğini yerine getirmenin ahlâkî ve vicdani mecburiyet olduğunu bilen örnek bir hâkim anlatılıyor. Namık Kemal halkın çok sevdiği, şiirlerini, yazı ve konuşmalarını çok defa ezberlediği, Devlet Şûrası üyesi değerli bir şahsiyettir. O devirde de otoriter yönetimlerde âdet olduğu gibi, lidere yaranmak, takdirini kazanıp bir şeyler kapmak için yarışırcasına saraya muhbirlik yapan günümüz trollerinin benzeri jurnalciler vardır. Namık Kemal’i “devletin değil milletin askeriyiz” beytini okuyor diye jurnallerler. Namık Kemal tutuklanır. Birkaç ay sonra yargılaması yapılır. Abdüllatif Suphi Paşa beş kişilik heyetin başkanıdır. Namık Kemal ile araları açıktır. Kemal, bir süre önce onu ve çocuklarını sert şekilde eleştiren bir yazı yazmıştır. Abdülhamit Han da Kemal’in ceza almasını istemektedir. Yakını Mahmut Celalettin Paşa’yı Suphi Paşa’nın evine gönderir; Padişah “Şan-ı sadakate layık bir karar” istemektedir. Suphi Paşa sakince cevap verir: “Efendimiz emin olsunlar, adaleti tatbik edeceğim.”
Karar beklenenin aksine Namık Kemal’in lehine çıkar, beraat eder. Abdülhamit kararı saygıyla karşılar, sadece Namık Kemal’in İstanbul’da kalmaması için mutasarrıf unvanı vererek Midilli’ye gönderir. Suphi Paşa da vefat edinceye kadar yüksek mahkemelerde görev yapar. Kızı babasına sorar: “Hünkâr’dan korkmadınız mı?” Suphi Paşa cevap verir: “İki adalet vardır, padişahın adaleti, Allah’ın adaleti. Ben Allah’ın adaletini kastettim, M. Celalettin Paşa bunu padişahın adaleti sandı. Yarın Hünkâr’ın da benim de huzuruna çıkacağımız bir hâkim vardır, ben O’ndan korkarım.”
Geçen haftaki duruşmada tutukluluk halinin devamına karar verilen Ümit Özdağ’ın söyledikleri yargı konusunda ciddi sorunların varlığını bir kere daha işaret ediyor: “Bu dava adli değil, tamamen siyasidir. DEM Parti Grup Bşk. Vekili tutukluluğumun devamını istiyor. İktidara yakınsanız birini öldürseniz bile tutuklanmıyorsunuz; ceza alsanız bile yatmıyorsunuz. Ama benim gibi muhalifseniz tutuklanıyorsunuz. Adaletsiz bir dünya dinsiz bir devlettir, çünkü devletin dini adalettir. Karar sizin, hüküm Allah’ındır .”
150 yıl önceki istibdat dönemi denilen ortamda mahkemelerin hükümleri üzerinde bu kadar ağır eleştiriler neden yapılmıyordu? Yargıçlara neden güveniliyor, kararlarına Hünkâr dahil herkes neden saygı gösteriyordu? Bir buçuk asır sonra bu kadar farklı kutuplaşmaya gelinmiş olmasına olumlu gelişme diyebilir miyiz? Yeni anayasa girişimlerine başlamadan bu tablonun doğru okunması gerekmiyor mu?
Bu yazı daha önce Sn. Nuri GÜRGÜR'ün Sosyal medyasında (Facebook) yayınlanmıştır.